Suskunlar ve Kalemşörler: Ölüsünüz!
Türkiye geçirdiği süreç itibariyle önemli dönüm/ölüm noktalarında cebelleşiyor! Fatma Sibel Yüksek, “İşte Şimdi Beyaz Türk Oldun” başlıklı yazısında satır aralarından çok önemli bir ayrıntıyla; yaşanan ‘sürekli sivil faşist darbe’de karakterlerin gerçek yüzleri üzerine yazmıştı. Son cümle dikkat çekiciydi: “Çok asil davranış biçimlerine tanıklık edildi..Çok sefil davranış biçimlerine tanıklık edildi… Her ikisinin de insani sebeplerden kaynaklananı vardır, karakter zaafından kaynaklananı vardır, pişmanlıktan ve ne pahasına olursa olsun paçayı sıyırma düşüncesinden olanı vardır… Uyanıklıktan kaynaklananı vardır… Bu süreçten ün ve konum sahibi olarak sıvışma hesaplaması vardır… Kuşkusuz herkes, kendi karakter yapısına göre bir mücadele biçimi seçiyor. Veya gerçek karakterler bu mücadele içerinde su yüzüne çıkıyor… ”
Türkiye’de gazetelerin arşivlerinden öğrenilebildiği kadarıyla son on yıl içinde, 1700’ün üzerinde gazete köşe yazarı, makale yazarı vs. yazı yazmış ve süregiden bir diktatoryada kalemler hiç edilmiştir. Araştırmacı yazarların yazdığı kitaplar/dergi yazıları, internet ortamında yazılanlar hariç olarak; genel toplumsal yönelim açısından gazete okuyuculuğu, dönemin okuyucusunu yarattığı gibi; dönemin yazarlarını da yaratmıştır. Sosyolog ve psikologlar için analizlerle ilginç sonuçlara ulaşılabilecek bir ortam oluşmuştur. Üniversitelerde binlerce akademisyen, milyonlarca öğrenci susmuş! Herkes kendi karakter yapısına göre mücadele veriyor evet ve gerçek karakterler bu mücadelede su yüzüne çıkıyor! Peki ya, bu mücadele içinde olmayan ama devlet ve halk için varlığını ortaya koyanlar neredeler?
2002 yılı öncesinde ve AKP’nin ilk yıllarında mücadele edenler neredeler? Karakterler ya da karaktersizlikler, böyle su yüzüne çıkıyor.
Birkaç örnek verilmeli: Yeni Hayat Dergisi neden kapandı? Avukat Hanifi Altaş nerede? Avukat Hanifi Altaş, 2005 yılında Irak Türkmenleri forum sitelerinde Zaman yazarı Abdülhamit Bilici’ye yanıt veriyordu ve 2007’in 11. ayı Erzurumlular Yeni Bosna Derneği’nin olağan kongresinde Divan Kurulu Hanifi Altaş ve Zaman Gazetesi habercisi Erkan Acar ve Mecid Binici’den oluştuğu haberi yayınlanmıştı. Hanifi Altaş’ın derneğin divan kurulunda birlikte bulunduğu ve 2011’de Zaman Gazetesi Haber Koordinatörü olan Erkan Acar, Ergenekon davasıyla ilgili ‘Karanlık Oda-Ergenekon’un Medya Yapılanması’ kitabını yazıyordu. Acar, Ergenekon’un medya ayağına dair “Devrimci Karargâh örgütüyle Oda TV arasında organik bir bağ var.” diyordu. Derginin yazar kadrosundan sadece ben ve Ali Tartanoğlu yazıyor. Necip Hablemitoğlu zaten suikast sonucu şehit edildi. İstanbul Barosu Genel Sekreteri Avukat Hüseyin Özbek, yazıyor/konuşuyor. Ama Hanifi Altaş, Ergenekon operasyonları üzerine yazan Zaman Gazetesi muhabiriyle bir dernekte divan kurulunu kuruyordu.
Çetin Yetkin yönetimindeki Müdafaa-i Hukuk dergisi, Düşün Yazıları dergisine dönüştü ve dahi dönüştü: AKP’nin kültür bakanlığından abonelik alabilmek için bir sayıda, AKP’yle ilgili eleştirel yazı yayımlanmadı. Ben de, “AKP’nin Kuruluş Felsefesi ve Atlantik Ötesine Bağımlı Yapısı” yazımı göndermiştim. Ama üzerine 6 – 7 sayı geçti, daha yayınlanacak!
Emin Gürses, tutukluluğuna son verildi, kendisini Aydınlık’ta bir ara gördük, sonra karadenizin yerel kanallarında, sonra: ses yok!
Ümit Sayın, komplo teorileriyle para kazanıyordu; kendisi bu uluslararası komplolardan Aselsan’da, TSK’da vs. verdiği seminerlerle, kitaplarıyla aranan adam oluyordu, elbette ki Ergenekon’da da Savcı Öz’e gizli tanıklıkla, yazdığı mektuplarla gündeme gelmişti. Dolayısıyla, tahliyeden sonra hiç sesi çıkmayanlardı!
Nedim Şener, Ahmet Şık, Coşkun Musluk ve Sait Çakır, Oda TV davasından tahliye olmuşlar ve Nedim Şener Amerikan Büyükelçiliği’nde karşılanmıştı. Ahmet Şık, yazdığı kitapla cemaatin gücünün pekiştireci olmuş, cemaatin yargıda, emniyette bükülemez bilek olduğunu ortaya koymuştur.
Türk Metal Sendikası genel başkanı Mustafa Özbek, tahliyesinden sonra iyice küçülen Avrasya TV’yi yok etmiş, Erdoğan’a karşı, toplumsal olaylara karşı aslan kesilen Özbek; suskunları oynuyordu.
Vural Savaş, kalemini kırmıştı. Fehmi Koru’nun cemaatin en dikkat çekici projesi olarak andığı Sözcü Gazetesi, liberallerle doldurulan Cumhuriyet Gazetesi Türkiye Gençlik Birliği’nin 19 Mayıs şölenini görmemişti. TGB açıklama yapmıştı: yedekledikleri kitleler kontrollü muhalif yapının acaba hangi damarından fışkıracaktı!
Velhasıl, tahliyeler bileylenmiş, törpülenmiş, AKP kızağına çekilmiş tiplemeler yaratmıştı. Ortada olmayan, ses çıkarmayanlar da, uzlaşmayla görevlerini ifa edercesine davranıyordu. Böyle bir ortamda, Türkiye’de gerçekler/hakikatler, reel duruma işaret eden muhalefet; birkaç internet sitesi, 1700 yazardan belki 7’siydi! Pekiyi, AKP’ye bu koşullarda mukavemet gösterebilme olasılığını (:dikkat olasılık!) düşünebilir miyiz?
AKP’ye İtaat
Türkiye ilk kez, içinde bulunduğumuz ve miladını 2007 siyasi tartışmaları olarak alabileceğimiz süreçte darbelerle hesaplaşmaya başlayabilmiştir. Açık, kesin ve geri dönüşsüz bir hesaplaşma süreci yaşandı. Sadece fiziki olarak “darbe ve asker” olgusu değil, beraberinde bütün bir zihniyet kötülük nesnesi haline getirildi. Bir siyasi gelenek yok edilmeye başlandı.” ifaaşıtıyla, AKP kalemşörü olan Karaalioğlu; tüm cumhuriyet tarihini sadece darbelerle ya da darbe teşebbüsleri saçmalıklarıyla yıkılamayacağını bildikleri üzere, cumhuriyet ideolojisinin ‘kötülük nesnesi’, ‘faşist bir yapı’, ‘halk düşmanı’ bir zihniyetle çevrelendiğini dillendiriyordu. Fehmi Koru da: “Ergenekon’ genişleyip devlete ve hükümete karşı işlenmiş bütün eylemleri içeren bir dava haline geldi. ” demişti!
Karl Popper’ın modeline göre Türkiye’yi ‘düşünen’, Yeni Şafak’ın Cem Küçük’ü, şunları söylemekteydi: “Türkiye, Özal’ın iktidara geldiği 1983 yılına kadar dışarıya neredeyse tamamen kapalı bir ülkeydi. Popper’ın modeline göre kapalı toplumun tipik bir örneğiydi. Özal 24 Ocak kararlarından başlayarak ekonomiyi liberalleştirerek açık topluma doğru geçisin ilk adımlarını attı. Siyasette aynı adımlar daha hızlı atılamadığı, daha doğrusu askeri vesayet baskın gücünü koruduğu için Türkiye ne tam açık ne de tam kapalı bir ülke oldu. Özal’ın cumhurbaşkanı olduğu 1989 ila AK Parti’nin iktidara geldiği 2002’ye kadar aradan geçen on üç yıllık zaman dilimi de bu açıdan Türkiye’nin ‘kayıp yılları’ olarak tarihe geçti… Tayyip Bey’in izlediği politikalarda Cemaat’e göre daha sarih olduğu görülüyor. Eğer Cemaat’in ‘şahin kanadı’ Hakan Fidan olayında olduğu gibi kendisine güç devşirmeye çalışıyor ve iktidardan pay istiyorsa büyük bir hata yapıyor. Çünkü demokratik toplumlarda ülkeyi, Meclis’ten güvenoyu almış seçilmiş hükümetler yönetir. Meşruiyetin temel kaynağı budur. Cemaat’in bu ‘şahin kanadı’ eğer kendini iktidara ortak sayıyorsa ayağına kurşun sıkıyor demektir…Ve yine bu ‘şahin’ kanat, iktidar kavgalarında seçilmiş hükümet karşısında pek şansının olmadığını biliyordur. Elinde yürütme erkini tutan hükümet kendisine rakip olacak dışarıdan bir güce asla müsaade etmeyecektir. Cemaat’in ‘şahin kanadı’ illa ben bu sahada top koşturacağım diyorsa, siyaset arenası oradadır. ” Aslında neo-liberal demokrasi(!) sürecine ilişkin; cemaati siyaset arenasına davet etmekteydi. Hakan Fidan’ın tutuklanması istemiyle ortaya çıkan, çıplak cemaat gücü elbette ‘hizmet’ içindeydi ve siyasete sadece angaje olabilirdi, dışarıdan bir ‘sivil toplum’ etkisi olabilirdi. Bu bilinirken, cemaat siyasal arenaya davet etmek ancak ve ancak AKP’ye itaatte kusur etme buyruğunu dillendirmektir.
AKP’ye itaat toplum kesimleri içinde, siyasal oluşumlarda; mutlak gücünü göstermesi ve koşulsuz bağlılık oluşturulmasını gerektiriyordu. Boyun eğmek, tapınmak, hizmet etmek, tasallutunu kabullenmek gibi unsurların çok ötesinde/derinde anlamı olan bir pratikti, AKP’ye itaat!
NATO Çıpası, Suriye ve İran
AKP’nin siyasal yapısı da, bağlı olduğu atlantik ittifakı ve neo-con hareketiyle de kendi itaatkârlığı doğal bir bağımlılık ilişkisi halini almışken, bu ilişkiden doğacak rant ve işbirlikçilik doyumsuzluğu, batıdan bağımsız bir politikayı ortadan kaldırmaktadır. Bu minvalde: “İkide bir, “Türkiye eksen değiştiriyor” jurnallemeleri artık bitmeli değil mi?” diyen Hüseyin Gülerce, “Türkiye illa ABD’nin, AB’nin dümen suyunda bir ülke mi olmalıdır?” diye sormuş ve şöyle devam etmişti: “Tamam, dünyadan kopmayalım, ama kendimiz kalarak, kendi değerlerimiz üzerinde güçlenerek dünya ile entegre olalım. ABD ile de, AB ile de pazarlık gücümüz olsun. Türkiye onlara ne kadar ihtiyaç duyuyorsa, onlar da Türkiye’ye, özellikle medeniyetler ittifakı, küresel barış adına o kadar ihtiyaç duyduklarını anlamalı değiller mi? Tamam, İran ile iyi geçinelim. Ama İran’ın zamirinde ne var, asıl ne yapmak istiyor, İslamî söylem, Fars milliyetçiliği için perde mi değil mi, bunu sorgulamayalım mı? Suriye, tuzakta kapandır. Kapanı değil, tuzağı kuranları görebilmeliyiz… ’ Bu açıklamalar, Ortadoğu’da AKP’nin ve cemaatin misyonuna uygun olarak bölge merkezli bir bağımsız siyasal birlikteliğe karşı da bir tutumu ifade ediyordu. Yani bölgede batının hedef ülkesi halinde olan İran’ı, Türkçülükten ödünçlediği, ‘Fars milliyetçiliği tehtidi’yle vurmaktaydı. Kasr-ı Şirin’den bu yana sorunumuz olmadığı ve batıya, emperyalizme karşı dik duruşuyla tüm doğu coğrafyasında emsal teşkil eden İran’ı ve Suriye’yi sorgulama gereğine yönelmesi; kamouyunda haklı müdahale (meşru bir saldırı olasılığı) yollarını güçlendirmekteydi. Cengiz Çandar da: “Batı sisteminden ‘özerk’ davrandığına dair görüntüler veren ve hakkında çıkarılan ‘eksen kayması’ söylentilerine hedef olan Türkiye, NATO sistemine sağlam biçimde çıpalanmıştır.” demekteydi ve ekliyordu: “Tayyip Erdoğan’ın açıklamasıyla, şayet Suriye rejimi bu açıklamaya uygun davranırsa, Türkiye, kendiliğinden ve fiilen bir ‘tampon bölge’ ilan etmiş olacaktır. Türkiye sınırının dibinde uzanan ve derinliği bilinçli olarak ifade edilmeyen bir bölge, Suriye askeri varlığına bir nevi yasaklanmış durumdadır. ” Türkiye’nin NATO’da olması nedeniyle, ‘eksen kayması’ olamayacağını ve AKP’nin Suriye’ye muhalefetteki düşman siyasetinin sonucu olarak, fiili bir tampon bölge oluşmuş olacaktır. NATO askeri gücü ya da BM barış gücü ya da ‘tampon’ bölgede, haçlı irticanın misyoner kuruluşları yer alacak ve dahi Suriye’nin kuzeyinde, Suriye askerine bırakılmayacak bir yönetim mekanizması gündeme getirilmektediydi.
Yaşanan bu olaylardan önce; Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, uludere olayında ölenler arasında PKK’lılar da olduğunu öne sürmüştü. Özel, Irak’ın kuzeyine girmenin faturasınıysa göze almak gerektiğini söyleyip, üç koşul öne sürmüştü: “devlet kararı olmalı”, “ABD ikna edilmeli”, “muhtemel ağır kayıplara karşı kamuoyu hazırlıklı olmalı” Bu koşullarla aslında, Necdet Özel’in; Amerika’nın ikna edilmesi, kamuoyunun bunu kaldıramayabileceği bir ortam oluşacağı endişesi bu harekâtı şimdilik ertelemiş görünmekteydi. ABD’nin ikna edilmesi meselesiyle, aslında, TSK’nın yeniden tasarlanmış taşeron güç yönünde, Amerikan etkisinin görünür kılınması talebini dolaylı istemekti.
PKK Teröründen Siyasete Kan
‘Terörle mücadele-siyasetle müzakere’ diyen Başbakan Erdoğan siyasi zeminde diyaloğa açık olduğunu CHP ve Zana görüşmeleriyle ortaya koymuştur. Beklendiği gibi PKK ve BDP bu konuda yine çözüm inisiyatiflerini boğmaya çalışan negatif bir tutum sergilemiştir. Zana’nın ayağını bastığı nokta, BDP için de demokratik siyasetin başlangıç noktasıdır. Yalçın Akdoğan, KCK tutuklamaları, BDP’deki muhaliflerin tutuklanmalarıyla, ak icraatlara entegre edilmeye çalışılan siyasal kürt hareketin (Erdoğan’ın da daha önce söylediği gibi) BDP’yi hizaya çekme gayretleriyle açıklanabilirdi. Akdoğan, daha önce de BDP’nin muhatap olarak kabul edilmesi üzerine: “Terör eylemlerine tepki gösteremeyen bazı demokrat yazarların hiç değilse PKK canibinin siyasi iradenin çözüm çabalarını boşa çıkarmaya çalışmasına tepki göstermeleri gerekir. KCK yönetiminden Zübeyir Aydar, “tali durumdakilerle sorunu çözer gibi bir hava yaratacaksın, bu olmaz, bu tutmaz. Çözüm isteniyorsa muhatapları bellidir” diyor. Yani ona göre Apo, muhatap; Barzani, Zana, BDP, parti liderleri tali aktörler… İşte onun için bu, Öcalan hareketidir ve tek amaç Öcalan’ı kurtarıp, PKK’yı meşrulaştırmaktır. Kürtlerin seçtiği siyasilerin hiçbir iradesi, etkisi ve yetkisi olmamalıdır! Meseleyi tek kişiye endeksleyerek, çözümündeki tüm aktörleri küçümsemek başlı başına bir sorunsaldır. Terör saldırısının ve yeşeren ümitlerin akamete uğratılmaya çalışılmasının bölgedeki sivil toplum tarafından daha yüksek sesle eleştirilmesi önem taşımaktadır. ” Fethullahçılar; Güneydoğu’da, yeni dernek ve vakıflarla, AKP’nin mele projeleriyle halka nüfuz etmektedirler. Akdoğan’ın, ‘sivil toplum’dan kastı da bu hareketlerin, AKP tarafından yabana atılmaması; cemaat ve AKP’nin bu konudaki ittifakının öneminin değeri üzerinedir.
“TSK savaş suçuna hazır mı?” yazımdaki, koşulların gündeme getirilmesi, hazırlıklara başlanılması ve Güneydoğu’da savaşmış, teröre karşı haklı mücadele edip vatan savunması yapmış Türk askeri; bu çerçevede neşterle hukuk/demokrasi yarığına muhatap olacak! Ali Bayramoğlu, böyle buyurduğu için! Güneydoğu’da terörle mücadelenin adı, son on yıldır ‘infaz’ oldu ya! Bayramoğlu şöyle diyor: “1990’lı yılların ortasında Doğu ve Güneydoğu’da görev yapmış jandarma subaylarının bir kısmı bu infazlara tanık oldu, bir kısmı da bizzat bunların içinde yer aldı. Bugün pekçoğu ülkenin çeşitli yerlerinde görev yapıyor ya da emeklilikleri sürüyor. Arınma, yüzleşme, değişim, sivilleşme bizzat ordu karargahının o döneme ve o gövdeye neşter atmasını gerektirmez mi? Hukuk, demokrasi, insan hakları bunu icap ettirmez mi? ’
Hukuk, demokrasi, insan hakları; Habur’da kurulan çadır mahkemelerse, Ergenekon, Balyoz ‘sürekli sivil darbe’leriyle tüm anti-emperyalist kişi ve grupları parmaklıklar ardına göndermekse: bu hukuk, demokrasi, insan hakları zaten askerimizi ‘terörist’ olarak kabul ediyorsa, Güneydoğu’da ülkesini savunan, halkını korumak için canını ortaya koyan ve şehit düşen, gazi olanlar da: yargılanmayı, batının istediği biçimde neşterle yarılıp; içlerindeki vatan sevgisi yerine neo-liberal kanserli hücrelerin yerleştirilmesini ‘hak ediyor’dur, mutlaka!
Karakterler, nasıl da su yüzüne çıkmaktaydı? 1700 kişilik bir orkestra, Suriye’ye batı eliyle müdahaleyi, Esad’ı devirmeyi, İran’a kan kusmayı; yeni anayasa için sonsuzca çabalamayı üfürmekteler. Her gün, her saat, her dakika ve dahi her an, televizyonda, gazetelerde karşımızda, ihanetin doruğunda dans ediyorlar. İhanetin bu denli prim yaptığı bir ülkede; toplumun ve ülkenin çıkarlarını, şehit düşen askerlerin, uçağı düşürülen pilotların hesabının sorulmasının olanağı var mıdır?
Son söz, şair/filozof Hayati Baki’nin, son şiiri :
patetik senfoni: garib ve tuhaf ölüler
despot zamanların müstebit atıkları hükümran:
fizik kimyaya esir; simya parçalıyor atomu,
aklı, bilgiyi ve fikrin çiçeklerini irinle.
uyku hâlinde şuara keyf mağrasında şairan:
ipek sözler al: kadife eller hıyaran mı?
hayır hayır, altun külçelerle safran
borsalarda bankalarda hayz vaziyetinde eller:
eller diller perişan: ağla sevgili yurdum:
zihnim magma; gövdem, sönmüş yanar
dağ: içimin dağları ağlar: kalbim
:kalbimi dağlar.
insanat pislik: içinde: zavallı dünya:
emperyal kapitalin hükmünde eşya,
şeyler azgın ve arsız; efendiler muhteris,
haris: ağlayan laleler, gülhatmiler, menevşeler:
akşam: sabah uykusuz, tedirgin, korkunç
korkunun kokusu çocukluğun soluğunu boğuyor.
eşik cini uğultular meselleri besliyor: kara
yerin altında cinnetler, ecinniler bekliyor.
cinayet ehli hazır: kaanun varsa
elbette, adaletsizlik egemendir
:burda, burada.
iğdiş edilmiş kelam: demokrasi işkembe-i
kübrâ; hürriyet feodal; vandal insan
hakları barbariyyûn: tükürük, salgı
şeyi ahlâken müsellem, elbette.
model manken müteşair siyaseten siyasî
şiir çığırıcı ebleh âkillik: tabiat bu: huyu
huysuz, uyuz mu uyuz cüdâm, ucuz âdem:
piç âdem, adem: hiç nisâ, vıcık vıcık lebarel.
sonrasız alkışlar alkışlar alkışlar durma
beleş sadaka fitre zekât: bir iki üç
:daha fazla kuyumcu.
pas demiri yiyor: memleket hân-ı yağma
oksitlenmiş beyinler: bidonlar: teneke
trampetler çiviler dikenliteller kumlar
çimentolar tuğlalar kiremitler betonlar
tuzlusular asitler kezzaplar zıkkımlar:
hâlis libaslar; dörtçarpıdörtttttler.
mülkiyet arsızlıktır: derdi emicem
ipsiz recep. proudhon dede de
sermaye hırsızlıktır!: ne hâldir hâlimiz vıyyy!
amandır: elinin kiri ölünün körü.
:beş vakit, çok nakit.
allah ile aldatanlar ve aldanan puşt ahali!
Fatma Sibel Yüksek, İşte Şimdi Beyaz Türk Oldun!, Acikistihbarat.com, 02.07.2012
Mustafa Karaalioğlu, ‘Özel Yetkiler Neden Kaldırıldı?, Star, 02.07.2012
Fehmi Koru, Silivri’de Bir Gün, Star, 04.07.2012
Cem Küçük, Cemaatin Bir Kanadı İktidar Ortağı Mı?, Yeni Şafak, 21.06.2012
Hüseyin Gülerce, Suriye Tuzağı…, Zaman, 27.06.2012
Cengiz Çandar, Yeni ‘angajman kuralları’; yani ‘artan savaş ihtimali’, Radikal, 27.06.2012
Yalçın Akdoğan, Zana ve Üçüncü Yol, Star, 03.07.2012
Yalçın Akdoğan, Terör Süreci Nasıl Etkiler, Star, 22.06.2012
Ali Bayramoğlu, Sarı Levent’ler ve Genelkurmay’ın sorumluluğu…, Yeni Şafak, 05.07.2012
Hayati Baki, patetik senfoni: garib ve tuhaf ölüler, Üçnokta Dergisi, s.3