Samizdat’a ciddi eleştiriler…
Fatma Sibel YÜKSEK – Soner Yalçın’ın Samizdat’ını Okurken! (1)
Soner Yalçın’ın son kitabı “Samizdat“ı okurken,”Hakikatlere dayanacak gücünüz var mı?” sorusunun kime sorulduğunu düşündüm hep.
Kitabın alt başlığını oluşturan bu cümledeki “hakikât” kavramından “Ergenekon” sürecindeki akıl almaz hukuksuzluklar, yargının acımasız bir intikam aygıtına dönüştürülmesi, iftiralar ve linç kampanyaları ile lekelenen isimler, karartılan hayatlar ve bu küresel operasyonun Türkiye’yi dönüştürmede nasıl bir işlev gördüğü kastediliyor olmalıydı.
İyi ama bu “hakikatler” Ergenekon operasyonuna kurban gitmiş olanlar ve onların yakınları tarafından bizzat yaşanarak bilinmekteydi zaten.
Davayı yakından izleyen ve söz konusu “hakikatlere” duyarlı olan belli bir kamuoyu tarafından da öyle.
O halde, “hakikatlere” dayanacak gücü olup olmadığı sorgulananlar, beş yıldır yaşanan ve cinayetlere varan hukuksuzluklara duyarsız kalmış genişçe bir kamuoyu olabilir miydi?
Acaba, şimdiye kadar Ergenekon sanıkları,onların yakınları veya avukatlarınca yazılmış kitaplara ilgisiz kalan bu “kamuoyu” bu kez Soner Yalçın eline kalemi aldı diye birden bire konuya ilgi duymaya başlayacak ve şiddetli bir vicdan sarsıntısı eşliğinde kendine mi gelecekti?
Daha fazla bulmaca oynamaya gerek yok, korku filmi spotunu hatırlatan bu sorunun cevabı, bizzat Soner Yalçın’ın da içinde bulunduğu müesses medya nizamından başkası değildi.
Demek ki bu müesses nizamın “Ergenekon” konusunda kısmen de olsa kendini sorgulama zamanı gelmişti.
Soner Yalçın’ın da kitabında ifade ettiği gibi,
“Sizin hayat deneyiminiz başkasının tecrübesi olmuyordu; maalesef acı gerçek buydu!”
Herkes yaşayarak, kendi tecrübesiyle öğrenecekti bu pis tezgahı.
Veya “hakikat” adı altında önce bu koşul önümüze sürülüyor ve “Ergenekon”un miladı, 14 Şubat 2011 pazartesi, yani Soner Yalçın ve arkadaşlarının gözaltına alındığı gün başlıyordu.
14 Şubat 2011 pazartesi tarihinden önceki dört yıllık süreç yoktu. Vardıysa bile ancak Soner Yalçın’ın kitabına dip not olmak için vardı.
“Hakikatler” onlarca “Ergenekon” sanığı tarafından yazılıp çizilmemişti, ortada tam beş yılda oluşmuş binlerce sayfalık bir zulüm külliyatı yoktu.
Davaya ilişkin en önemli ifşaatları yapan kitaplardan birisi, üç yıldır tutuklu bulunan Avukat Serdar Öztürk’ün yazdığı “AKP ve Gülen’i kurtarma planı” adlı kitaptır.
Samizdat’ta, Soner Yalçın’ın kişisel olarak yaşadıklarını saymazsak, bu kitapta ifşa edilen “hakikatlerden” bir satır fazlası yok.
Ama herkes “miladı” kendisiyle başlatmakta öyle azimli ki; Tayyip Erdoğan da miladı kendisiyle başlatıyor, Soner Yalçın da, Elif Şafak da, Mehmet Baransu da…
Erken kalkan miladı başlatıyor ve toplumun belleği sürekli siliniyor.
Soner Yalçın’ın (yani “Ergenekon”un) miladı da 14 Şubat 2011 Pazartesi günü başlıyor. O günü bunun için “Kırmızı Pazartesi” ilan ediyor Yalçın. Kitap şu cümleyle başlıyor:
“14 Şubat 2011 Pazartesi…Kırmızı Pazartesi…Bunun henüz farkında değildim…”
Soner Yalçın, pazartesi günü gözaltına alınmasından yola çıkarak belleğimize şunu kazımak istiyor:
Kırmızı Pazartesi, Gabriel Garcia Marquez’in en önemli “romanlarından biri. (“Kızıl Pazartesi” olarak çevrilmesi Türkçe’ye daha uygun olurdu. Romandaki “kırmızı” kanlı bir cinayeti simgeler çünkü ve Türkçede kan “kırmızı” değil, “kızıl” sözcüğüyle ifade edilir. “Karagün”e “siyahgün” denilemeyeceği gibi. Edebiyat üstadı Mümtaz İdil, nasıl oldu da bu konuda bir makale kaleme almadıacaba(!))
Kırmızı Pazartesi’nin genç kahramanı Santiago Nasar’ın öldürüleceği kasabadaki herkes tarafından haftalardır bilinmektedir, Kimse kılını kıpırdatmaz, kimse Nasar’ı uyarmaz. Herkes bu cinayete seyirci kalır.
Soner Yalçın da pazartesi günü gözaltına alınmasından hareketle, kendisini Santiago Nasar ile özdeşleştirmekte, tutuklanmasını
“hedef haline getirilmiş bir dürüstlük odağının, toplumun bilgisi, korkusu ve sessizliği eşliğinde göz göre göre yokedilmesi”
olarak sunmaktadır.
Yani kendi “miladını” başlatmakta, kendisinden önce yaşananları yok saymaktadır.
“Ergenekon” 14 Şubat 2011′de başlamıştır. Tek hedef Soner Yalçın ve arkadaşlarıdır.
Bu sürece kurban edilenler de dahil herkes sessiz kalmış, bu cinayete ortak olmuştur. O “cesur ses” Soner Yalçın tutuklanmadan önce duyulamamıştır maalesef!
Burada, Yalçın’ın Samizdat’ta pek çok kişi ve yayını referans gösterdiğine dikkat çekerek, bu eleştirimizi haksız bulanlar çıkabilir.
Ancak dikkat edelim, referans gösterilen bütün bu yayın ve kişiler, Soner Yalçın’ın kurduğu “Samizdat” çatısı altında anlam bulabilmektedır.
Samizdat’tan önce yazılan bütün kitaplar, verilen bütün mücadeleler ve yapılan karşı çıkışlar sağda solda serseri mayınlar gibi dolaşan etkisiz bilgi veya “yaşanmışlık” zerrecikleridir.
Peki neden?
Sabriye Okkır’ın eşinin hazin sonunu anlatan (ki ortada bir “kırmızı pazartesi” varsa Kuddusi Okkır’ın öldürülmesinde vardır) kitabı (Cinayeti Gördük ) başta olmak üzere hepsi kesin bir kayıtsızlıkla karşılandı, medya desteği görmedi ve Aydın Doğan’ın kitapçısında, Koç Holding’in süpermarketlerinde dev standlar kurulmadı da ondan!
Bu kadar değerlendirmeden sonra şunu herkesin gözünün içine baka baka söyler ve arkasında durabiliriz:
Soner Yalçın müesses medya nizamının bir ferdi olarak, “Hakikatlere dayanacak gücünüz var mı?” sorusunu, artık yavaştan bir hesaplaşma içine girmek arzusunda olan kendi camiasına yöneltmektedir.
Sorun, moda deyimle “ana akım medya” ile Soner Yalçın arasında bir sorundur.
Yoksa, bu kitap yazıldı diye ne “Ergenekon” meselesi etrafındaki saflaşmada bir kımıltı olacak, ne de “duyarsız” kamuoyu duyarlı hale gelecektir.
Kitabın bir işlevine daha değindikten sonra sayfalar arasında göze çarpan ayrıntılara geçmek isterim:
Sadece arka sayfada yer alan isim dizinine bakarak medyada “Ergenekon” ve AKP sonrası nasıl bir yapılanmaya gidilmek istendiğini görebilirsiniz.
Yalçın, keser dönüp sap döndüğünde “geleceğin kahramanlarının” ve “geleceğin hesap verecek olanlarının” bu kitapta ismi geçenler olacağından emin gibidir.
Bu boş bir hayal midir, cezaevi koşullarında moral bulmak isteyen bir adamın “wishfull thinking” leri midir, yoksa wikileaks dalgası ile başlayan yeni projeksiyon arayışlarının bir sonucu mudur bilinmez.
Bilinen, bu kitabın Yalçın’ın romantik devrimci düşlerinin çok ötesinde rüzgâr almış bir kitap olduğudur.
Yalçın, kitapta yer alan isimleri “hakettikleri biçimde” tarihin hafızasına kaydettiğinden o kadar emindir ki, bu kadar “büyük” bir misyonu icra ederken bile ekipçilik hastalığından kendisini kurtaramamakta, arkadaşlarına “kıyak” geçmekte, “Ergenekon” gibi çetin bir mücadelede esamisi okunmayacak medya figürlerini arada kakalamaya çalışmaktadır.
Örneğin, kimdir Tuğçe Tatari, Aslı Aydıntaşbaş, Murat Ongun, Hakan Aygün, Banu Güven vs.
Ne yapmışlardır, hangi mücadeleyi vermişlerdir, hangi acıyı çekmişler, ellerini hangi taşın altına koymuşlardır?
Bırakın Ergenekon sürecinde mücadele vermeyi, Aslı Aydıntaşbaş, Amerikalı dostlarınca örülen ağın etrafında, Ümraniye operasyonundan bir yıl önce “Ergenekon” kelimesini ilk telaffuz eden zat değil midir?
Hele kitapta öyle bir isimden övgüyle söz ediliyor ki, Tuğçe Tatari ve Murat Ongun’u mumla ararsınız..
Kim?
Başak Sayan…
Başak Sayan kimdir?
Akşam gazetesinde kimbilir kim tarafından ve nasıl sağlanmış bir köşesi var ama gazetecilik mesleğiyle hiç ilişkisi olmayan bir manken. Evet, manken…
Bu “eksikliğin” Soner Yalçın da farkında ki mankeni, “Türkiye’nin fenomen dizisi Yaprak Dökümü’nin oyuncusu, aynı zamanda Akşam gazetesi pazar ilavesi yazarı” diye tanıttıktan sonra,
“Lütfen şu yazdıklarına bakar mısınız; bunu doğru dürüst bir-iki isim haricinde hiçbir gazeteci yazmadı”
diyerek bize kakalıyor mankeni.
Mankenin Soner Yalçın tarafından alıntılanan “köşe yazısındaki” şu yetersiz Türkçeye, şu karmakarışıklığa bakar mısınız:
“Şu an Silivri’de Ergenekon’dan tutuklu bulunan sanıkları nereden tanıyorsunuz, ilişkiniz nedir sorusu sorusu nasıl bir ‘gazeteci’ye sorulabilir? O kişiler terörist olsa bile bir gazetecinin işi gereği herkesle temas halinde olması gerektiği mesleki hakkıdır.
‘Tek çıkış yolu vardır, sorunun başka türlü çözümü yok. Bu iş böyle giderse Türkiye’de çok kötü şeyler olacak. Bu adamlar gerçekten tanklarla çıktıkları zaman nasıl bir daha o tanklar içeri sokulacak? Hakikaten sokulamaz ya..’ Bu satırların darbe karşıtı satırlar olduğunu her okuyan anladığı halde savcı neden anlamazdan geliyor? İlle de darbeci yaftası yapıştırmaya kalkıyor?
Bir gazeteciye bazı isimlere yönelik notları neden tuttuğunu sormak, bir makyaj artistine (makyaj artisti ne ola ki-FSY) neden makyaj malzemeleri taşıyorsun sorusunu yöneltmek gibidir. Nitekim Yalçın da cevabında yaptığı röportajlara yararlı olduğunu söylemiş.”
Bir kere Soner Yalçın’ın “fenomen dizi” dediği Yaprak Dökümü’nde, büyük romancımız Reşat Nuri Güntekin’in bu ölümsüz eserinin içine edilmiş, reytring uğruna romanda hiç olmayan yüzlerce kişi ve olay uydurulmuş, benzeri bütün dizilerde olduğu gibi toplumun ahlak değerleri dibe vursun diye elden gelen arda bırakılmamıştı.
Üstelik, Soner Yalçın’ın basında “doğru dürüst bir-iki isimle” eşit tuttuğu bu manken, bu “fenomen dizide” zerre yetenek gerektirmeyen üçüncü sınıf rollerden birini üstlenmişti.
Olsun.
Soner Yalçın, geleceğin medya ve siyaset düzeninde Başak Sayan’a da bir yer açmıştı ya, önemli olan da buydu zaten.
Soner Yalçın, mankenini parlatmak istiyordu, Reşat Nuri Güntekin harcanmış çok mu?
İyilik ve kötülük yapmak istediği herkese -affedersiniz- poposunun hacmi kadar bir sandalye rezerve etmişti Soner Bey sağolsun…
Kitabın her sayfasında Yalçın’ın “ulusalcılık”, “Kemalistlik” gibi kavramlarla özdeşleştirilmekten özenle kaçındığına, bu “yaftaların” üzerine yapışmasından endişe duyduğuna tanık oluyoruz.
Bu nedenle “gazetecilik” diye bir din yaratmış kendine, tapınıp duruyor. Gazetecilik hakkında “uhrevî” cümleler kuruyor adetâ.
“Gerçeğe aşkla bağlı gazeteci evini yanardağı Vezüv’ün eteklerine yapmış yalnız kişidir”
“Gazeteci, kendi dar dünyevi kalıbına sonsuzluğun değerini katar, ölümsüzleştirir. Uğur Mumcu gibi..Musa Anter gibi..Hırant Dink gibi…”
Dalgalar kadar iri cümlelerdir bunlar, karşı çıkmak için insanın aşırı cüretkâr olması gerekir.
Ama bu “irilik” siyasi bir görüşe sahip olmanın, gazetecilik objektifliğini ve dürüstlüğünü engelleyemeyeceği gerçeğini örtememektedir.
Yani insan hem “İslamcı” hem de dürüst gazeteci olabilir. Veya hem Kemalist-Ulusalcı hem de gerçeğe ihanet etmeyen bir gazeteci de olunabilir, nitekim örnekleri vardır bunların.
Aksi takdirde, hiç bir inanca sahip olmayan gazetecilerin en “gazeteci” insanlar olduklarına inanmak zorunda kalırız, öyle değil mi?
“Ergenekon sürecinin hangi maksatla başladığını bilen ender gazetecilerden biriyim”
cümlesi (s. 38) Soner Yalçın’ın ruh iklimini yansıtan en isabetli cümledir.
“Böbürlenmek ayıptır, kibir kötüdür” gibi etik önermeler içeren şeyler bile yazamayacağız, çünkü Yalçın’ın ifadeleri büyük bir yalandır.
“Ergenekon sürecinin ne amaçla başladığını bilen”, yandaş medya da dahil olmak üzere en az 100 gazeteci vardır ki “say” derseniz, ben bile tek başıma sayabilirim.
Sonra bir “kişisel zaaf” oldukça göze çarpıyor..
Soner Yalçın, övülmekten çok hoşlanıyor. En ufak bir övgü, o övgüyü yapan kişinin göklere çıkarılması için yeterli olmuş.
Övgüde bulunanlar listeye dökülmüş, “ilgisiz kalanlar” ve Soner Yalçın’ın akıbetine sevinenler ise adeta fişlenmiş.
Böyle karanlık bir dehlize girilmişken övülmenin veya yerilmenin ne önemi olabilir ki?
Ama dedik ya, bu kitapta hangi listeye girdiğiniz önemli.
En azından yazar öyle inanıyor veya birilerinin gelecek projeksiyonu bu kitaba bir misyon yüklemiş.
Odatv tutuklamaları konusuna kimin nasıl yaklaştığı konusunda çetele tutan ve her durumdan sayfalar dolusu mağduriyet hikayesi çıkarabilen Soner Yalçın, Hürriyet gazetesinin tutuklandıktan sonra işine son vermesini geçiştirmiş her nedense. Can Dündar’ın ikircikli bir cümlesi üzerine sayfalar döktürmüş ama bu büyük vefasızlığı iki satırla savuşturmuş.
Nasılsa “Ana akım medyanın geleceğinde “ köşe başını tutacağını bilmenin yüce gönüllülüğü müdür bu, yoksa Doğan Kitap dev standlar ve yüksek rakamlı reklam organizasyonlarıyla kendisini affettirmiş midir Soner Yalçın’a?
Bilmiyoruz.
Kitapta ilgi çekici bir “Ergenekon kronolojisi” var.
Ergenekon sürecini tam yetmiş sayfa anlattıktan sonra soruyor Yalçın:
“Peki Ergenekon operasyonuna AKP hükümeti nasıl iknâ edildi?”
İşin başlangıçında bürokrasi var (MİT ve Emniyet),
Amerikan Büyükelçiliği var, medya var ama AKP yok!
Nasıl “iknâ” ediliyor AKP?
Erdoğan’ın önüne bir “suikast listesi” konularak. Yani, Erdoğan’a denildi ki,
“Bu örgütün ajandasında gazeteci, yazar ve politikacıları kapsayan bir suikast hazırlığı var. Eğer bu operasyona izin vermezseniz, Hırant Dink olayında olduğu gibi bildiğiniz bir şeyi engellememiş olursunuz ve çok zor durumda kalırsınız..”
AKP’nin operasyona bu kadar “geç” dahil olduğuna acaba Soner Yalçın inanmış mı, yoksa bizi mi inandırmaya çalışıyor?
“İknâ” sözcüğü kafasında soru işareti olanlar için kullanılabileceğine, ve AKP’nin önüne sürülen “ikna kozu” son derece makul olduğuna göre, AKP adetâ bu sürecin en “masum” aktörü ilan edilmiş olmuyor mu?
Eğer gerçek böyle ise, Soner Yalçın’ın sık sık referans gösterdiği wikileaks belgelerine ne diyeceğiz?
Wikileaks’te bazı AKP milletvekillerinin Amerikan Büyükelçiliği’ne giderek “Orduda bize karşı darbe hazırlıkları yapılıyor” dedikleri ve Ergenekon sürecine destek istedikleri yayımlanmamış mıydı?
Sonra, Emniyet’ten bir ekip operasyonlar hakkında ABD yetkililerine brifing vermemiş miydi?
Samizdat’la ilgili belli ki bir-iki yazı daha yazmak gerekecek..
“Peki hiç mi iyi bir şey yok?”
diyenleri de biraz rahatlatalım.
İyi şeyler var.
Soner Yalçın’ın o tuğla gibi kitaplarını bir solukta okutan akıcı ve duru Türkçesi- her ne kadar Başak Sayan’a minnet duymuş olsa da- bu kitapta adeta zirve yapmış. Devasa Ergenekon katalogu içinde yer alan karakterlerin önemli bir bölümünü de ‘derinleştirmiş’ Yalçın. Kamuoyu tarafından yüzeysel tanınan kimi isimler üzerinde gelecekte yeni bir kitaba hazırlık olsa gerek epey çalışmış. Bunu yaparken bazı insanları kolladığı izlenimine kapılmıyor muyuz? Kapılıyoruz. Ancak o kadar kusur olacak artık. Bir sonraki kitabında, tarihin itibarlı koltuklarına hangi sanıkları oturtacağını göreceğiz muhtemelen.
Yalçın’ın iyi bir anlatıcı, titiz bir arşivci ve dikkatli bir derleyici olduğunu kabul ediyor ve bu özelliklerine saygı duyuyoruz. Bilgisayar ve internetin olmadığı bir ortamda bu kadar bilgiyi bir araya toplayabilmesi büyük bir emeğin eseridir.
Gözaltına alındığı günden başlayıp tutuklulukla geçen 13 ayı son derece etkileyici ve samimi bir dille kaleme almış.
Medyanın infazları konusunda verdiği örneklerde de kesinlikle haklıdır.
Bir de, şu “Öcalan solun doğal lideridir” meselesine bir açıklık getirir diye bekledik ama bu konudan hiç kapak kaldırılmamış.
Neydi o iş, nereden icap etti?
Cezaevinden alelacele neden öyle bir yazı yazma gereği duydu?
Önce imzasız yayınlanan bu yazıya, gelen tepkiler üzerine sonradan neden sahip çıktı; üstelik daha vahim cümlelerin yer aldığı yeni bir yazıyla?
Bunların hepsi muamma…
Fatma Sibel YÜKSEK – 24 Nisan 2012 – Açık İstihbarat