Tansel Çölaşan: Kılıçdaroğlu’nun Atatürkçülüğünden emin değilim!
Tansel Çölaşan: “28 Şubat, halka karşı post modern darbe olarak sunulmaya çalışılıyor. MGK yasal bir kurum, rapor sunmuş, sen onların hepsinin altına imzanı atıp valiliklere göndermişsin. Bu çerçevede 8 yıllık eğitim yasasını çıkarmışsın. Bunların hepsi korkuyla mı oldu?”
Danıştay Başsavcılığı, Türk yargısında en yüksek beş makamdan birisi. Danıştay, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi başkanları ve Yargıtay ile Danıştay’ın başsavcıları bu beş makamı oluşturuyor. Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Başkanı Tansel Çölaşan, bu makamlardan sonuncusunda görev almış deneyimli bir hukukçu. Kendisiyle siyasi iktidarın eğitimde kadrolaşması, ADD’ye yapılan baskılar, 4+4+4 eğitim sistemi, yeni anayasa, Haşim Kılıç’ın son sözleri, yeni CHP, Kemal Kılıçdaroğlu, Dersim, 28 Şubat ve daha birçok konuyu konuştuk. Sözü daha fazla uzatmadan bu söyleşiyle sizleri baş başa bırakıyoruz.
Tansel Hanım, uzun yıllar Danıştay’da çalışıp kurumdan Başsavcı olarak emekli olduktan sonra sizi Atatürkçü Düşünce Derneği’nde görev almaya yönlendiren etkenler neler oldu?
Türkiye’nin içinde bulunduğu durumdur en önemli etken. 2002’den beri bu kumpasın içinde bulunduğu süreci biz yıllarca idari yargıda yaşadık.
Nedir o kumpas?
2002’den sonraki iktidar sürecinde Danıştay’da dava daireleri kurulunun başkanıydım. Önüme gelen davalarda bu kumpası çok iyi gördüm. Bir kere, kamunun yapısını idari yargıda çok iyi görüyorsunuz. Türkiye’nin idari yapısının nasıl bozulduğunu ve siyasi olarak nereye gittiğini çok açıkça anlıyorsunuz. Bunu adli yargıda göremezsiniz.
Peki, idari yargıda başkan olarak neler görüp yaşadınız?
Korkunç bir kadrolaşma. 1980’den başlayan süreçte özelleştirmelerle Türkiye’nin ulus devlet modeli yıkılmaya başlandı. Bunun sonucunda işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluk oluştu. Özal 1980–89 yılları arasında dışarıya modern Türkiye görüntüsü verirken içeride 350’ye yakın imam hatip lisesi açtı. Bunları Danıştay’da önümüze gelen dosyalarda açıkça gördük. O dönemde İmam hatip liseleri furya halinde açılırken, oradan çıkan çocuklar kamu yönetimine aktarıldı. Bu proje Büyük Ortadoğu Projesinin başlangıcıdır. Yani ulusal devletin yıkımı, ekonomik çöküntü ve arkasından da etnik, dini ayrışma başlamıştır. Bunun etnik programını halen PKK olarak görüyoruz. Dini programını da bugün iktidar olarak görüyoruz.
1990 ile 2000 yılları arasında devlette kadrolaşma tamamlandı ve 28 Şubat süreci o nedenle geldi aslında. Daha öncesinde Türkiye, Özal’lı yıllarda Malezya, Afganistan, Pakistan gibi ülkelerle kültür anlaşmaları yapmıştır. Mekke-Medine üniversiteleri, El Ezher üniversiteleriyle öğretmen yetiştirme ve gençlerin eğitimi gibi alanlarda ortaklıklara gidildi. O dönemin bütün kültür anlaşmaları bu ülkeler ve üniversitelerle yapıldı. Türkiye’de üniversiteyi kazanamamış tüm gençler buralara yönlendirildiler. Bir yıllık yatay geçiş döneminden sonra Türkiye’ye döndüler. Bunlar hep dava konusu. Bu yatay geçişlerin hiçbirisi gerekli başarı şartıyla Türkiye’ye dönüş olanağını karşılamıyordu. Mekke, Medine üniversitesinde bir yıl din eğitimi almış genç, Van, Yüzüncü Yıl Üniversitesine dönüyordu.
Geçtiğimiz yıllarda Van, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörüne yapılan saldırılar bunlarla mı ilgiliydi?
Doğrudan bunlarla ilgiliydi. Biz Danıştay’da yurtdışında söz konusu ülkelerden Türkiye’ye giriş yapan bu gençleri, 4 yıl okuduktan sonra bile, giriş şartları oluşmadığı için, müktesep hakları olmadığı gerekçesiyle kayıtlarını sildik. Yalnızca Van, Yüzüncü Yıl Üniversitesi için böyle yüzlerce gencin kaydını sildik. Yurtdışındaki bu üniversitelerde öğrenci yalnızca Kuran okuyordu, bakın hukuk, mühendislik vb. okumuyor, yalnızca Kuran okuyor. Mehmet Sağlam’ın başında olduğu 1990’ın ilk yarısındaki YÖK bu öğrencilere eşitlik, denklik verdi. Arkasından bunlara not koydular, sınıf öğretmeni olabilir diye. Bu yalnızca Milli Eğitim’deki kadrolaşmadır. İmam Hatiplerden mezun olup kamu yönetimine yönlendirilenler daha sonra kaymakam, vali oldular.
Yaklaşık 2 yıldır Atatürkçü Düşünce Derneği’nin başkanısınız. Bu dönemde yaptığınız çalışmaları kısaca özetleyebilir misiniz?
Kısaca özetleyemem. (Gülüşmeler) 1989–2002 yılları arasında kadrolaşmaya rağmen devlet Atatürkçü Düşünce Derneği’nin yanındaydı. Bağışlar çoktu. Devletin yönetim organlarında Atatürkçü düşünceyi dışlamak yoktu. Onlar aymazdılar. Türkiye alttan alta oyuluyor, yukarıda koalisyonlar birbirleriyle çekişiyorlardı. Bu çekişme sürecinde Atatürkçü Düşünce Derneği hedefte değil henüz. O dönemde dernek olarak saygındık; devletin kaymakamı, valisi, belediye başkanı, üniversite rektörü tüm etkinliklerimizde rol oynuyor, yardımcı oluyordu. Şu anda ise ne yazık ki denetlemeler yoluyla bitirilmeye çalışılan bir dernek konumundayız. Denetlemelerde bize korkunç mali cezalar kesiliyor. Ayrıca çok sık oluyor. Atatürkçü Düşünce Derneği, açığımız bulunmaya çalışılarak mali yönden çökertilmeye çalışılıyor. Yönetim kurulu kararınızda imzanız yok, daksillemişsiniz gibi bahanelerle bize komik gerekçelerle cezalar kesiliyor. Sadece geçen ay için İstanbul’da 189 bin lira ceza ödedik. Dernek çalışmalarımız ise özetle kurumsallaşma ve dağınıklığı giderme yönündedir. Biz özünde bir eylem topluluğu değiliz. Bu derneğin adı Atatürkçü düşüncedir.
Ama o düşünceyi eylemle yayabilirsiniz?
Tabi tabi, burada biz kitap yazmıyoruz, çalışmalarımızı elbette eyleme dönüştürüyoruz.
Sonuçta dernek Cumhuriyet mitinglerini eylemle gerçekleştirdi.
O dönemde korkunç bir para vardı. O yüzden şimdi yapamıyoruz. Atatürkçü düşünce derneği olarak yıllık çalışma programları yapıyoruz. Atatürkçü düşüncenin yaygınlaştırılması ve özümsenmesine koşut başka yoğun çalışmalarımız da var. Nükleer santrallerle ilgili açık oturumlar da yapıyoruz, emek toplantılarıyla işçilerin sorunlarını da ele alıyoruz. Torba yasa çıktığında konu siyasetin gündemine girmeden biz emek platformu yaptık Kocaeli’nde. Güneydoğu’da KOBİ’lerle ilgili toplantılarımız oldu. Doğu Anadolu’nun yatırım, teşvik sorunlarını ele aldık.
Atatürkçü Düşünce Derneği’nde sizin döneminizle Şener Eruygur’un başkan olduğu önceki dönemi kıyaslayacak olursak, sizle başlayan süreçte derneğin etkisini yitirmesinden ve etkinliklerde kısılmadan söz edebilir miyiz?
Bu sansasyonel bir soru. Bir kere bunu hiç kabul etmiyorum. Bu gazetecilerin sık kullandığı bir yöntem.
Ama benim tarafsız olmaya özen göstermem gerekir.
Bunu yazdığınız zaman başka birileri bunu kullanırlar.
Ben size ‘Böyle olmuştur’ demiyorum. ‘Böyle olmuş mudur?’ diyorum.
O zaman gerileme var mı diye değil, ilerleme var mı diye sorabilirsiniz.
Peki, öyle sorayım ama ben bu soruları başka birilerinin değil kendi adıma soruyorum.
Bakın, her dönemin kendi koşulları içerisinde değerlendirilmesi gerekir. Burada eylem önceki döneme göre çok daha fazla. Tarzı değişti. O zaman üç tane büyük miting yapıldı ama Türkiye’nin konjonktürü uygundu. O mitinglerin finansmanını ADD tek başına sağlamıyordu. Orada çok büyük finansman kaynakları vardı. O finansman kaynakları artık ADD’de yok. Böyle bir durumda etkin olabilmek için biz yerele dağılıyoruz. Olsaydı eğer, geçtiğimiz günlerde 4+4+4 eğitim sistemine tepki olarak büyük bir miting düzenlerdik. Zaten 4+4+4 eğitim sistemine CHP’nin Tandoğan meydanında yaptığı protestonun alt yapısını biz hazırladık. 30’a yakın sivil toplum örgütüyle beraber Cumhuriyet, Hürriyet ve Sözcü gazetelerine 4+4+4 eğitim sistemine tepki koyan ilan verdik. Biz ADD’de ortak bir taban oluşturup onu geliştiriyoruz. Yerel mitinglerimiz oluyor, ulusal medya bize yer vermediği için yerel televizyon kanallarının programlarına katılıyoruz. Kişisel olarak, yerel medyada 100’ün üzerinde söyleşim oldu. Yerel gazetelerde yer alıyoruz. Bu bir taktiktir. Tepede kalıp panellerle sınırlı sayıda kişiye ulaşmaktansa yerelde yer alıp halka ulaşmak çok daha önemli. Yani derneğin bir önceki döneme göre etkinliği değil stratejisi değişti.
Özellikle Ergenekon soruşturmasından sonra halkın Atatürkçü Düşünce Derneği’ne ilgi ve yaklaşımında ne gibi değişiklikler oldu?
Ben herhangi bir somut değişiklik görmüyorum. Toplantı yapmak için gittiğim yerlerde salon doluyor. İlginin azalmasından değil de bir kaygıdan söz edebiliriz. Derneğe üye olmak isteyenler sınava, işe gireceklerini belirterek kart almadan, yalnızca aidat vermek istediklerini, kimliklerini ise daha sonra almak istediklerini dile getiriyorlar. Halkta bir korku var. 29 Ekim’de biz Anıtkabir’e bir yürüyüş yaptık. Bunu bir halk hareketi olarak izinsiz yaptık, çünkü izin almaya kalksak vermeyeceklerdi. Bu yürüyüşte hep orta yaş üzerinde insanlar vardı. Yanımdaki insanlara sorduğumda, emniyetin çektiği yürüyüş fotoğraflarından hareketle okulda okuyan çocuklarının başına kötü bir şey geleceğini düşünmüşler; o yüzden bana onları yürüyüşe getirmediklerini söylediler. Burada derneğe karşı bir yıldırma söz konusu. Bu yüzden etkinliklerimize çoğunlukla orta yaş üzerinde kişiler katılıyor.
Güncel bir konuya değinmek istiyorum. 4+4+4 eğitim sistemiyle sizce hükümet neyi amaçlıyor?
Burada sorun eğitimin kalitesinin düşürülmesi. Resmi rakamlara göre 8 yıllık eğitimde okullaşma oranı yüzde 67’lerden yüzde 98’e kadar çıkmış. Kız çocuklarının okullaşması yine benzer biçimde yüksek oranda artış göstermiş. Özellikle kırsal kesimde okumayan kız çocuklarının başına gelen intiharlara, küçük yaşta evliliklere hiç dikkat edilmiyor. Oysa kız çocuklarının okutulması ne kadar önemli bir konu. Sen hükümet olarak kalkıyorsun, başarıldığı anlaşılan bir sistemi, ister 28 Şubat ister 30 Şubat getirsin, kaldırıyorsun. Neden sürdürülmüyor? Çünkü bu aydınlanmadan, kız çocuklarının okumasından ve eğitim süresinin artışından mutlu değiller.
Bir konuşmanızda “Yeni anayasa cumhuriyetin sonu olacak.” diyorsunuz. Yeni anayasaya ilişkin başlıca kaygılarınız nelerdir?
Türkiye’nin 12 Eylül anayasasının değişmesi gereksinimi vardır. Ama bugün için değil. Çünkü bunu kim yapacak diye bakmanız gerekir. 12 Eylül sürecinin nimetlerinden yararlanarak iktidara gelmiş; anayasa değiştirilmeden de rahatlıkla değiştirilebilecek olan hiçbir yasayı değiştirmemiş; AB adıyla, demokrasi adıyla diktatörlük kuracak yeni yasalar çıkarmış; kadrolaşmış, etnik, dini ayrımcılıktan nemalanan bir iktidarın dayatmasıyla anayasa yapılıyor.
Halkın gündeminde anayasa yok. Sokağa çıkın bakın, vatandaşın derdini, açlığını, sefaletini, yoksulluğunu hangi anayasa çözecek. Öyleyse anayasayı halkın istediği filan da yok. Hükümete geldiğinden beri anayasa diyen iktidardan başka anayasa isteyen yok.
Yeni anayasada Atatürk, devrim yasaları, Atatürk ilke ve devrimlerine bağlılık sözleri olmayacak. Onların bütün sorunları zaten Atatürk. Bunları artık muhalefet de dillendirmiyor.
Eski bir yargı çalışanı olarak, Anayasa Mahkemesi başkanı Haşim Kılıç’ın “Siyasetin yargıyı kuşatmasına izin vermeyeceğiz” sözünü ne derecede içten ve inandırıcı buluyorsunuz?
Hiç inandırıcı bulmuyorum. Mümkün değil. İnsanların ne söylediklerine değil, ne yaptıklarına bakılır. Haşim Kılıç, Sayıştay’dan Anayasa Mahkemesine hukuk kavrayışı olmayan bir eğitimle gelmiştir. Anayasa Mahkemesinin yapısına bakarsanız valilerden de öğretim üyelerinden de buraya atama yapılabilir. Ancak Anayasa Mahkemesinin yapısında hâkimlerin çoğunlukta olması gerekir. Sonuçta bir mahkemedir. Anayasa mahkemesinde bugün hâkimlerin çoğunlukta olmasını bırakın, hukukçular bile çoğunlukta değiller. Böyle bir kurumu da şu anda Haşim Kılıç temsil ediyor. Siyasi kadrolaşma Anayasa Mahkemesini çok açık biçimde kavramış durumda. Bu Anayasa mahkemesi, anayasaya aykırılık iddialarını inceleyecek, artık düşünün.
Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül arasında bir güç çatışması olduğunu hepimiz biliyoruz. Haşim Kılıç’ın Abdullah Gül’ün yanında olduğunu düşünüyorum. Orada söylenen sözler bu çerçeve içerisinde amaçlanmış olabilir. Hatırlayın, Mit Müsteşarına ilişkin olaydan sonra Emniyet içinde büyük bir kadro değişikliği oldu ve Gülen’ci kadroların tasviye edilmeye çalışıldığı söyleniyor. Biliyorsunuz Gülen de Abdullah Gül’ü daha çok tutuyor.
‘Yeni CHP’nin Atatürkçü düşünceye bakış açısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çok karışık. Ben şu anda CHP’nin yönetiminin kafalarının karışık olduğunu ancak tabanın kafasının karışık olmadığını söylüyorum. Kemal Kılıçdaroğlu’nun söylemlerini ise çok istikrarlı görmüyorum. Bir gün, son derece anlamlı ve olması gereken doğruları konuşuyor ertesi gün ise bir başka şeyi söylüyor.
Cumhuriyet’in ilanıyla beraber Türkiye’nin etnik ve dini temelli ayrışma programı da başlamıştır. Ben kendi adıma, Menemen, Şeyh Sait, Dersim olaylarını bu çerçevede değerlendiririm. Cumhuriyeti Doğu Anadolu’ya sokmayacaksınız ve yalnızca Batıda kalacak, böyle bir şeyi düşünebilir misiniz? Dersim, Cumhuriyetin doğuda teşkilatını kurması ve kendini kabul ettirmesidir.
Orada bir soykırım olmadı mı diyorsunuz?
Elbette bir soykırım olmadı. Bu soykırım sözü o kadar komik ki! O zaman, bugün de PKK’ya soykırım yapıyor iktidar. Yarın da o özür dilesin. Şimdi devlet teröre karşı savaşıyor diyorsunuz, geçmişte ise aynı durumda ağalara karşı mücadelede soykırım oldu diyorsunuz!
Kemal Kılıçdaroğlu’nun konuşmalarında Mustafa Kemal Atatürk’ü ve devrimleri seyrek olarak andığına ilişkin bazı eleştiriler var. Bunlar için ne diyeceksiniz?
Kemal Kılıçdaroğlu’nun bence bir tutarlığı yok. Atatürkçü gözükmemeye çalışıyor gibi izlenim var bende.
Kemal Kılıçdaroğlu Atatürkçü değil mi sizce?
Cumhuriyetçi. Cumhuriyetçi olduğu kesin. Atatürkçü olduğu konusunda emin değilim. Çünkü söylemleri içinde yok. Keşke olsa.
CHP’nin kadroları için ne düşünüyorsunuz?
Çok karışık. Ben size özet birşey diyeyim. 1946’da Demokrat Parti din üzerinden yaptığı siyasete karşı Halk Partisi ‘ben ondan önce yapayım’ politikasını geliştirdi. Seçimi Demokrat Parti kazandı, CHP kaybetti. Tabanını dini siyasete alet ederek yöneten bir parti varken, aynı konuları işleyerek siyaset ürettiğinizde siz o partinin oylarını alamazsınız.
CHP zamanını AKP’nin gündemini cevaplandırmakla geçiriyor. Kendi gündemini yaratmıyor. Kendi gündemini ulusal devletin ve Kemalizm’in öğretileriyle kurması, bunlarla sorunlara çözüm getirmesi gerekir. Bundan korkuyor, kaçıyor. Ayrıca tek bir ses çıkaramıyor. Bir partide herkes tek tek bir şeyler söyleyebilir ama partinin ortak bir de sesi vardır.
CHP İzmir Milletvekili Sayın Mustafa Balbay ve CHP Zonguldak Milletvekili Sayın Mehmet Haberal’ın da mağdur olduğu uzun tutukluluk sürelerini bir hukukçu olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hükümet 2004’te ceza kanunu değiştirdi. Yeni ceza kanunu ve ceza muhakemeleri kanununda yer alan tutukluluk süreleri Avrupa’da var mı? Yok. Avrupa’daki ülkelerde bu süre bize kıyasla çok kısadır. Avrupa’daki ülkeler arasında en yüksek tutukluluk süresi 3 yıldır. Türkiye’de ise Ergenekon sürecinde tutuklamalar yeni ceza kanunu çerçevesinde 10 yıla kadar olanaklıdır.
Yargının 28 Şubat sürecine ilişkin olarak harekete geçmesi ve aralarında Çevik Bir’in de bulunduğu generallerin tutuklanması sizce neye işaret ediyor?
Bu süreci normal görüyorum. Zaten iktidar bunlar üzerinden giderek, iktidarda oturuyor. Gide gide, Cumhuriyet dönemine gidecek. Sırada 27 Mayıs var. İktidar süreci böyle işletiyor.
28 Şubat’ta yapılan, 1980’de başlayan korkunç kadrolaşmaya MGK’nın tepkisidir. Askerin iç ve dış güvenlik görevi vardır. Yasal olarak 35. maddedir. İçeride irtica tehlike olarak belirlenmiş. İrtica için askere gerekli çalışmaları yapma görevi verilmiş. Asker de bunları 16 madde olarak planlamış. MGK anayasal bir kurumdur. O da görevi gereği bir rapor sunmuş. O raporun altına Cumhurbaşkanı dâhil herkes imza atmış. Bütün valiliklere genelgeler, bildirgeler gitmiş.
İmza atmış mı, attırılmış mı?
Kimse kimseye silah çekmemiş orada. Kimse kimseyi döverek bir şey imzalatmamış. 4+4+4 Eğitim yasasında olduğu gibi. Biliyorsunuz, bu olayda AKP’lilerin hepsi komisyona girdi. Bir dayak, bir gürültü! 20 dakikada 24 madde komisyondan geçti.
Batı Çalışma Grubu için ne diyeceksiniz?
Batı Çalışma Grubunun kendi içinde denetlenmesi gerekir. Burası yasal değilse ona ilişkin soruşturma başlatılsın. Burada rejimin içinden gidiliyor. Sorun Batı Çalışma Grubuysa, ordu içinden de siyaseten de konu çözümlenir. 28 Şubat, halka karşı post modern darbe olarak sunulmaya çalışılıyor. MGK yasal bir kurum, rapor sunmuş, sen onların hepsinin altına imzanı atıp valiliklere göndermişsin. Bu çerçevede 8 yıllık eğitim yasasını çıkarmışsın. Bunların hepsi korkuyla mı oldu?
Bir ülkenin rejimi laiklik üzerine oturmuşsa ve laiklik tırpanlanıyorsa, hükümetlerin rejimi koruma görevi yok mu? Bu soru neden sorulmuyor?
Söyleşinin sonuna geldik. Atatürkçü Düşünce Derneği’nin önümüzdeki döneme ilişkin çalışmaları ve hedefleri nelerdir?
Kurumsallaşmak. Örgüt, çok büyük olduğu için bir araya gelip eşgüdümü sağlaması ve tek ses çıkarması gerekiyor.
Toplum, artık bu iktidarın gerçek amacını anladı. Halk artık muhalefeti etkin biçimde görmek istiyor. Biz de bütün demokratik kitle örgütleriyle, taban yayılımı halinde, tüm sendikalarla, barolarla, meslek odalarıyla gerçek anlamda el eleyiz. Ve o tabanı oluşturuyoruz. Biz burada cumhuriyetçi güçlerle birlikte halkın istediği toplumsal örgütlenmeyi gerçekleştirmeye çalışıyoruz.
Tansel Hanım, Sonkulis olarak, bu aydınlatıcı söyleşi için size çok teşekkür ediyoruz.
Ben teşekkür ederim.