Kürt Sorunu (!) / Selçuk Tınaz
İçimizdeki Batıcılar tarafından “Yeni dünya düzeni, konjonktür, değişim rüzgarları, yeni trendler” gibi süslü, ürkütücü ve esir alıcı sözlerle sezdirmeden daima Batı’nın statükosu kastedilir ve herkesin buna direnmeden boyun eğmesi gerektiği yönünde, tehditlerle desteklenen bir aldatmaca yapılır.
Bu aldatmaca ile akılsız ve bilgisiz insanları kandırma yollarının, yöntemlerinin çok çeşitlendiği günümüzde, “Amacı, genel kabul görmüş bazı değerlerin arkasına saklamak” şeklinde yapılan yutturmaca, birinci sırayı alıyor.
Özellikle de, bu değerleri tapındıkları bir ilahın emirleri ve ait oldukları bir dinin kuralları gibi görenleri kandırmak çok kolay oluyor. Ambalajın içine ne koysanız yutuyorlar.
“Demokrasi ve demokratikleşme – insan hakları ve özgürlükleri – reform – sivil – sorun – çözüm – açılım – barış – vesayet – kurtulma – özgürleşme…” gibi büyülü sözcükleri kullanmak, insanlara otomatik bir doğruluk ve haklılık kazandırıyor sanki. Bu sözcüklerle toplu hipnoz yapmaya çalışanlara karşı çıkan herkes de, tartışılmaması gereken mutlak değerler olarak kutsanan kavramlara muhalifmiş gibi takdim ediliyor.
Bütün aldatmacaların farkına varabilecek yeterliğe sahip akıllı ve eğitimli insanların, böyle oyunlara gelmeyi kendilerine nasıl yedirebildiklerini ve hepsini de nasıl sindirebildiklerini anlamak çok zor çünkü, bütün kavramları ve değerleri birer oyun hamuru haline getirenlerin kullandıkları yöntemler, ‘yakıştırma’, ‘çarpıtma’, ‘saptırma’ ve ‘iftira’dan ibaret.
Böyle olmasına rağmen, belli yerlere yerleştirilmiş görevliler özellikle son on yıl içinde büyük bir bilgi kirliliği yaratan slogan ve ezber kalıplarıyla, yurdumuzun Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde aynı sıkıntılar içinde Kürtlerle birlikte yaşayan diğer insanları göz ardı edip, Kürtlerin sırf Kürt oldukları için o sıkıntıları yaşadıklarını söylemek adına birbirleriyle yarıştılar ve çoğumuzu kandırmayı da başardılar.
Oysa, fikir takibi yapamamak yüzünden gerçekleri göremesek bile hiç olmazsa basit mantık kullanarak, aynı apartmanda yaşayan Ahmet, Mehmet ve Abdullah beylerin oturdukları daireler, kalorifer kazanındaki arıza nedeniyle ısınamıyorlarsa, “Apartmanda Ahmet Sorunu var” cümlesiyle durumu tanımlamış olabilir miyiz diye kendimize sorsaydık veya kavramın adıyla anılan “Kurban Bayramı”na, neden kurbanın adını verip de “Davar Bayramı” ya da “Et Bayramı” demediğimizi bir düşünseydik, “Kürt Sorunu” ifadesinin dayatılma nedenini bulmak için küçük bir grup beyin hücresini kullanmak bile yeterli olabilirdi.
Mantık kullanmayanlarımız, alınması gereken siyasi tedbirin yalnızca etnik temsil hakkı olduğunu zannederken, aslında demokrasilerde hiç olmaması gereken bu temsil yoluyla sorunun değil ama Türkiye’nin çözüleceğini hiç göremediler. Gerçek adı ‘feodalizm’ olan soruna, üstelik de kurbanın adını vererek etnik bir isim takılmasındaki kötü art niyeti hiç anlayamadılar.
Maalesef “Kürt Sorunu” diyen herkes, bu plana alet oldu. Bu ülkede aydınlık yaratmalarını beklediğimiz insanların, hazırlanmış tuzaklara düşerek hesapsız ve düşünmeden ezber kalıplarıyla konuşmaları sorunları ağırlaştırıyor.
Halbuki;
“KÜRT, BİR SORUN DEĞİL, KURBANDIR. Soruna isimlerini yerleştirmek, Kürtlere, akılsızca veya namussuzca yapılan büyük bir haksızlıktır…
Sorun olduklarını düşündürmek amacıyla hazırlanmış art niyetli sloganları ve ezber kalıplarını, büyük bir düşünce tembelliği içinde kullanmak AKILSIZLIK, soruna isimlerini koyarak Kürtleri ülkede bir sorun diye takdim edip günah keçisi olarak hedefe yerleştirmek ve bir ‘öteki’ yaratarak, bizi bölünmüş ve ayrılmış bir millet haline getirmek NAMUSSUZLUKTUR…
Sorunumuzun, dış ve iç olmak üzere iki kaynağı var. Dış kaynak, Avrupa Devletleri ve Amerika Birleşik Devletleri. İç kaynak da, feodalizm ve siyasi partiler. ÜLKEMİZİN BÜTÜN VATANDAŞLARI İLE BİRLİKTE, Kürtler de, bu iki kaynağın yarattıkları ve sürekli olarak besledikleri sıkıntıların, sorunların kurbanıdırlar…
BÖLGESEL VE ULUSLARARASI PLANLARA, İNSAN KURBAN EDİLMESİ SORUNU’na, kurbanların değil, sorunu çıkaranların adını vermek, akıllı, namuslu ve haklı bir uygulama olur ” diyebilseydik, bu sorun yüzünden hayatlarını kaybeden insanlar halâ aramızda olurlardı.
Yıllardır yapılan bunca kışkırtmaya rağmen etnik bir çatışma çıkmadığına göre, halk da böyle düşünüyor ama, zurnamızın zırtlayan deliği olan aydınlarımız(!) hipnozdan çıkıp yeniden düşünmeye başlayarak, gerçekleri ifade eden cümleleri kuracak kelimeleri bir araya getiremiyorlar bir türlü.
Propaganda sloganlarını ve ezber kalıplarını hazırlayanlar, bölgede sadece Kürtler yaşıyormuş gibi konuşuyor ve herkesi böyle düşünmeye zorluyorlar. Oysa, Kürt olmayan çok sayıda insan var. Mesela, Zaza’ların sayısı 3 milyon.
Eğer eğitimli insanlarımızın çoğu sömürge aydını olmasalardı, bölgedeki feodal düzen etnik ayrım yapmadan herkesi baskı altında tuttuğuna göre, “Kürt Sorunu” yerine ‘Feodalizm Sorunu’ demenin, Türkiye’de yaşayan aydın bir insanın namus borcu olduğunu anlayabilirlerdi.
Bu sayede siyaset de, yürüdüğü yanlış yolda ısrar edemez ve feodaller kendilerine Anayasal dayanak sağlama aşamasına gelemezlerdi.
Uludere’de çocuklarını kaybeden aileler Meclis komisyonu üyelerine verdikleri mektuplarda ; “Devlete sesleniyoruz, bize yardım eli uzatın. Ekmek parası için herkes canını tehlikeye atıyor. Sizden isteğimiz buralara iş yerleri ve fabrikaların kurulmasıdır” diye yazmışlar.
Aslında böyle nadiren veya kazayla konuşmalarına izin verildiğinde bölge halkı hep aynı şeyleri söyledi ama, hiç farkında olmadan ‘aydın ekmeği’ ile oynayan bu insanlara aydınlarımız(!) çok kızdılar ve özel görevle yerleştirildikleri yerlerden onların ağızlarının payını vermek için “Siz susun bakalım cahil şeyler. Kendi sorununuzun ne olduğunu bizden iyi mi bileceksiniz ?” diye azarlar gibi ve sanki ‘kimlik’ bir kredi kartı ‘kültür’ de yiyecek maddesiymiş gibi yaptıkları, herkesin zekasıyla alay eden propagandalarına devam ettiler.
Şimdi de “Özerklik ve yerinden yönetim” sloganları var. Bunun insanları nereye götüreceği belli.
Feodaller, marabaların sağladığı büyük bir maddi zenginlik içinde yaşıyorlar. Bu durumun devam edebilmesi için marabaların özgürleşmelerini engellemek gerekir.
Acıklı bir aşk hikayesinin kahramanı olan emekli terörist Şinasi Aydın, sevdiği kızı korumak için onun peşinden PKK’ya katılarak yaşadıklarını anlattığı, terör kampında tecavüze uğramanın utancıyla intihar eden sevgilisini koruyamamış olmanın ve ailesiyle yaşadığı eski insani hayatını yitirmenin acısıyla sitesine yazdığı “Ben de bir gerillaydım” başlıklı yazısında, kendi seviyesindeki teröristler büyük acılar ve sıkıntılar çekerken, “önderlik” denilen komutanlarına, refah, konfor ve zevk içinde yaşayan Avrupa’daki PKK’lılara ve toprak ağalarının, aşiret reislerinin, şıhların adına etnik temsil taklidiyle ırkçılık yapan feodaller kulübü olan BDP’nin kurnaz oyuncularına şöyle sesleniyor;
- Bizler perişan olurken….! Ya Mehmet Öcalan bir liderin kardeşi iken ne zaman bir göz altına alındı? Fatma Öcalan ne zaman işkenceye alındın? Adanada kurduğunuz tirilyonluk saltanat nereden geliyor?… Pamuk toplayarakmı yoksa pamuk tarlalarınızda yüzler ırgat çalıştırarakmı?
- Osman Baydemir kendi koltuğu altında zimmetine geçirdiği mal mülkün hesabını neden vermiyor? Emine ayna ilk günlerdeki mal varlığı ile şimdiki mal varlığının bir muhasebesini ne zaman yapacak? Nurettin Demirtaş kardeşleri adına yaptığı yatırımların parası nereden geliyor?
- Mehdi Zana ben sürgünde yaşıyorum diyerek sürgünde olan biri nasıl kürdistanda ihalelere giriyor?… Hangi para ile?
- Biz mücadelede basit bir insanken Önderlik denilen insanın hangi akrabası alınıp göz altına alındı?…
- Hangi akrabası tutuklandı?…
- Hangi kardeşi iş bulamadı devlet kurumlarında?…
- Hangi yeğenleri okutulmadı devlet okullarında?…
Görünen o ki, Irak’ın kuzeyinde kurulan aşiret diktatörlüğünde olduğu gibi, halkı özerk bir bölgede feodal baskı altında yaşatmak ve bunu da Anayasal güvence altına alıp kemikleştirmek istiyorlar.
Etnik temsil taklidi yapan feodallerin savundukları bu plan gerçekleşirse zavallı Kürtler, gerekli mesleki bilgiyi edindikten yani liyakat kazandıktan sonra hiçbir engelle karşılaşmadan cumhurbaşkanlığı seviyesine bile çıkabildikleri bir demokrasi kalitesinden uzaklaştırılarak, marabalıktan kurtulma şansını tamamen kaybedip feodal yaşama ebediyen mahkum edilecekler.
Bölgesel özerklikten söz eden feodaller, Türkiye’nin imkan ve zenginliklerinden yararlanabilecek ve ülkenin tamamını sömürebilecek kadar beraber ama, belli bir bölgenin imkan ve zenginliklerini ülkenin geri kalanıyla paylaşmayacak ve orada diledikleri gibi yaşayabilecek kadar bağımsız olmak istiyorlar.
Eninde sonunda demokrasinin o bölgeye de gireceğinin farkındalar. Artık, marabalara hükmetmek için ırkçılık da yetmeyecek ve insanlar aşiret reislerinden, şıhlardan kurtularak, feodalizmden daha farklı daha özgür bir yaşam şekli isteyecekler.
Bu yönde gelişmeleri engelleyebilmek ve düzenlerini devam ettirebilmek için çareyi “TÜRKİYE’NİN PARASIYLA DEVLETÇİLİK OYNAMA” formülünde bulmuşlar.
Güneydoğu için “demokratik çözüm” isteyenlerin arasında “İnsanlara tarım yapabilecekleri araziler sağlamak için toprak reformu yapalım, hayvan verelim, iş sahaları açalım, kooperatifler ve fabrikalar kuralım” diyen var mı ?
Marabalara ekonomik özgürlük vererek, siyasi iradelerinin de özgürleşmesini sağlamaktan ve hepsini feodalizmin elinden kurtarmaktan daha demokratik bir çözüm olabilir mi ?
O yüzden ben, “Kürt Sorunu” dedikten sonra bütün bunlardan söz etmek yerine, geçmişte yaşanmış ve bugün örneği bulunmayan olaylardan bahsedenleri, “Diyarbakır Cezaevi’nde… Kart, kırt…” diyerek yıllarca idare edenleri, kitaplar, gazeteler dolusu yazılar yazıp torbalar dolusu konuşan ama, bölgedeki en büyük ve asıl sorun olan feodalizmden hiç söz etmemeyi büyük bir sahtekarlıkla başarabilenleri, artık ne okuyor ne de dinliyorum.
Geçmişte, kendini azınlık olarak niteleyen kişi ve gruplardan çok sayıda ihanet görmemize ve katliamlara, soykırımlara uğramış olmamıza rağmen, onlara karşı Batılılarda görülen türde bir alerji duymuyor olmamızı önemsiyor ve sık sık vurgulanması gerektiğini düşünüyorum.
Devleti suçlama bahanesi yapılan her olayda, yaşandıkları zamanın şartları hiç hesaba katılmadan bugünün şartlarıyla ve “hırsızın” kabahati hiç sorgulanmadan yargısız infaz yapılmaması ve geleceğe yatırım niyetine Türkleri suçlama amacıyla kullanılan tarihi her olayın, geçmiş sabıkalarına karşılık “hırsızın” önüne koyulan iyi veya kötü, bir fatura olduğu gerçeğinin de hiç unutulmaması lazım.
“Hırsıza fatura çıkarma” konusunda bazı yanlışlıklar yapılmış olabilir. Yanlışlardan kurtulmanın yolu, onları tekrar etmemektir, devleti ortadan kaldırmak değil.
Zaten, sorunların sebebi “devletsizlik”. Eğer ortada her şeye hakim, etkili ve güçlü bir devlet olsaydı, Avrupalısı, Amerikalısı yaptığı düşmanca planları bu kadar rahat bir şekilde uygulayabilir ve insanlarımızı ihanete sürükleyebilir miydi ?
Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki bütün imkansızlıklar ve olağanüstü zor şartlara rağmen, bizim de, şu anda sahip olduğumuzdan çok daha gerçek bir devletimiz vardı ama, ne yazık ki 10 Kasım 1938’de, saat dokuzu beş geçe gelen ‘İkinci Cumhuriyet’ marifetiyle, küresel proje sahibi yabancı devletlerin uzantısı haline getirildi.
Bölgedeki sıkıntıların kaynağı olan insanlar hedef şaşırtmak amacıyla, sorunlar devletten kaynaklanıyormuş gibi propaganda yapıyor ve ırkçılığı kullanarak halkı kandırıyorlar. Böylece, devletin kontrolünden kurtulunca sorunlar çözülecek fikrini yayarak, halkı tuzağa düşürüyorlar.
Tarih boyunca yöresel topluluklar, aşiret reislerinin emirleri doğrultusunda sakinleştiklerine veya isyan ettiklerine göre, ortada etnik değil bölgesel bir sorun var. Zaten, soruna etnik isim taktıktan sonra çözüm olarak Güneydoğu bölgesine özerklik önerenler, ülkenin diğer bölgelerinde yaşayan bütün Kürtlerin özerk bölgeye taşınmaları gerektiğini söylememekle, sorunun bölgesel olduğunu ve “Kürt Sorunu” diyerek sahtekarlık yaptıklarını itiraf ediyorlar.
Devlet otoritesi ile feodal yapıların otoriteleri arasında bir egemenlik mücadelesi sürüyor. Sorun, bu iki otoritenin egemenlik alanlarının sınırlarını çizmek konusundaki anlaşmazlıktan çıkıyor.
Türkiye ile ilgili planları olan yabancı devletler de bu sorunu kendi planlarına uygun şekillerde kullandıkları için, çözüm zor oluyor ve zaman alıyor.
Bu konuda çözüm diye takdim edilen fikirleri iyice düşünmeden, doğruluğundan emin olmadan uygulamaya geçirmemek lazım. Çözüm adı verilen her yolun hedefinde, hele bu yol Avrupa’da, Amerika’da çizilmiş ise, Türkiye’nin iyiliğinin olduğunu varsaymak enayilik olur.
Bugün “Kıbrıs Sorunu” denildiği gibi “Girit Sorunu” diyen var mı artık ? Yok, çünkü çözülmüş!
Bırakın hak aramayı, bizi, haklarımızın ve kendi iyiliğimizin farkına bile varamayacak kadar aptallaştıran, ülkemizde sömürge aydını yetiştiren Batıcı eğitim sisteminin yaptığı bütün tahribata rağmen, doğru düşünebilen akıllı ve mantıklı insanların varlığı “Türkten ümit kesilmez” diyen Attilâ İlhan’ı haklı çıkarıyor ama, işimiz hiç kolay değil.
Küresel ölçekli büyük değişim dönemlerinde gelişmelere ve ihtiyaçlara uygun politikalar üretirken, büyük çatışmalara, sancılara meydan vermeden, mümkün olan en az zararla atlatıp elde edilebilecek kazançları kaçırmamak için yönetimde büyük ustalık gerekiyor.
Bir Osmanlı Paşası’nın aldığı bilimsel eğitim ve geniş dünya görüşü ile, akıl ve bilim dışı iddialara dayanan imam hatip eğitiminin ve tarikatçılığın verdiği dar görüş arasındaki, ikincisi aleyhine ortaya çıkan dev boyuttaki fark, geçen yüzyılın başındaki küresel değişim döneminde sahip olduğumuz önemli bir avantajdan, bu sefer yoksun olduğumuz anlamına geliyor.
Bence, en büyük tehlike burada. İşte bu yüzden, yediden yetmişe hepimizin her işte aklı rehber edinmemiz hayati önem taşıyor. Yüz yılda bir dünyaya gelen ‘dahi’ bu sefer aramızda olmadığına göre, işi toplumsal akıl ile götürmek zorundayız.
Bunun için de, belli merkezlerde kötü niyetlerle hazırlanmış sloganlara ve ezber kalıplarına itibar etmeyerek, akıl sağlığımızı korumak çok büyük önem taşıyor.