Masonik Batı tarihi sona erdi, Türk’ün şanlı tarihi ise yeni bir döneme adım atıyor!
Bütün dünyada 19. Yüzyıl Milliyetçiliğinin etkisiyle yazılan ve öğretilen “Milli Tarih”ler aslında liderler ve hanedanlar tarafından meydana getirilmiş devletlerarası olayların sübjektif hikâyelerinden ibarettir.
Milliyetçilik, duygu ve kültürü merkeze alan bir düşünce akımıdır. Oysa bilim, yani bu konularla meşgul olan Tarih ve Sosyoloji, duygu ve düşüncelere değil, akıl ve mantığa, belgeye, gözleme, analiz ve senteze değer veren objektif araştırma disiplinleridir.
20. yüzyıla doğru kurulan milli devletler, siyasi iç dinamiklerin merkezinin saray yerine halk meclisi olmasını tercih eden ihtilal rejimleridir. Bu devrimci tercih sonucunda Fransız burjuva aydını Montesküyö’nün ünlü “hâkimiyet milletindir” sloganı, anayasal mevzuatın ilk sayfasına yerleşmiştir. Girilen bu ulusal kamu düzenini sağlama yolunda insanın tabiatına uygun olarak menzile konulan hedef, herkesin “krallar gibi” yaşamasıydı. Bunun daha bilimsel ifadesi, daha önce sadece soylulara mahsus olan yaşantı şekillerinin tabana yayılması ve tüm halkın, o yıllarda orta sınıfı temsil eden “burjuvaların” yaşam standartlarında “eşit” kılınmasıydı.
Bizim İttihatçıların Fransa’dan öğrenerek, II. Meşrutiyette paraların üzerine yazdırdıkları “Adalet,” “Hürriyet,” “Eşitlik,” “Kardeşlik” sloganları da bunu amaçlıyordu. Kralla ve soylularla fazla sıkı fıkı oldukları için halkın güvenini kaybetmiş olan papazların bu işlere karışmaması için bu dörtlüye bir de “Laiklik” eklenmişti.
Fransa artık, Kralın veya Papanın değildi. “Fransa Fransızlarındır” sloganı bir etnisiteye veya yabancılara karşı atılmış yiğitlik narası değildi. Basit bir eşitlik sloganıydı. Bu slogan sonra İtalyan siyasi birliğini özümseyen Karbonari Masonlarına ve nihayet bizim Jöntürkler üzerinden Hürriyet gazetesinin logosuna kadar taşındı. Bu slogan milliyetçi olmaktan çok hürriyetçi ve demokratik bir slogandır. Muhatabı, düşman değil, saray ve kilisedir.
Fransız İhtilalinden sonra benzer halk ayaklanmalarıyla kurulan ulusal devletler, aslında gizli burjuva örgütleri olan Masonlar tarafından yönetilmeye başladı. Sovyet Rusya gibi komünist rejimler ve Atatürk Türkiyesi dışında Mason localarını kapatmaya hiçbir halk liderinin gücü yetmedi. Çünkü halk, henüz siyasi açıdan millet bilincine ulaşmamıştı.
“Mason Yakınçağı”nda ulusal devletler veya Birleşmiş Milletler demek, arasında bol miktarda Yahudi bulunan Masonlar tarafından yönetilen, rengârenk bayraklarla donatılmış ama tek bayrak altında yaşayan bir dünya demekti. Bu tek bayrak Mason bayrağıydı.
Masonların katedral inşaatlarında çalışan işçiler olarak örgütlendiği Ortaçağ’da dünya nüfusu, milletlere bölünebilecek kadar bile kalabalık değildi. Mesela Türkmenler Malazgirt’ten Anadolu’ya girerken dünyada 320 milyon insan yaşıyordu. Anadolu’nun nüfusu yaklaşık 2 milyondu. Osmanlı Devleti kurulurken dünya nüfusu 400’ü biraz geçmişti ve Anadolu’da 5 Milyon kadar Türk olmalıydı.
Masonların eseri olan Fransız İhtilali yaşanırken dünya nüfusu 1 Milyarın altındaydı ve Fransa 26 Milyonluk nüfusuyla Avrupa rekoru kırıyordu. Malthus’un emperyalistlere kılavuzluk eden nüfus mantarı teorisine uygun olarak dünya nüfusu, 200 yılda 6 katına çıktı ve uluslar birbirlerine karşı savunma pozisyonlarını aldılar. Yaşanan iki dünya savaşı, Masonik Sezarların ve Yahudi asıllı diktatörlerin eliyle yapılan kanlı, sınır belirleme hamleleriydi.
Milletlere parlamentoda, “burjuvalarımızın kasasına biraz daha altın girmesi için ölür müsünüz?” diye sormadılar. “Vatan için ölmez olur musunuz?” Diye sordular.
II. Dünya Savaşı sonrasında önce totaliter Sovyet rejimine karşı bir “hür dünya” mücadelesi yürütüldü. Bu “soğuk savaş” kazanıldıktan sonra da katı ulusal rejimlere karşı bir “açık toplum” mücadelesi başlatıldı. Turuncu Devrimlerle yürütülen bu kanlı “Bahar” eylemleri de kardeşlerin birbirini boğazladığı bir tür “soğuk savaş”tır.
Fransız İhtilalinden beri dünyada farklı milletlerin özgürce kendi egemenliklerini kullanıp, bağımsız yaşadıkları düşünülse de aslında egemenlik, soylulardan alınmış ve örgütlü burjuvaziye yani Masonlara verilmiştir. Bunun en basit sebebi, klasik monarşilerde asla kral veya papaz olamayacak Yahudi bankerlerin, burjuva sınıfı egemenliği içinde kontrolü kolayca ele geçirebilme imkânına sahip olmalarıdır. Çünkü tarihte satılık kral, kilise, saray veya ordu bulamazsınız; ancak paranızla parti kurabilir, gazete satın alabilir, banka kredi sistemleriyle halkı kendinize bağlayabilir ve gizli iktidarınızı tesis edebilirsiniz.
Milletlerin geçmişte yaptıkları, kendi milli becerilerinden çok içlerinden çıkan kralların, beylerin, yiğitlerin ve şövalyelerin özel kabiliyetlerinden kaynaklanmış “has” ya da “majestik” faaliyetlerdir. Bir Tarihin milli olabilmesi için, o tarihi yapan fertlerin Millet bilinciyle yola çıkmış ve Mason Cemiyetleri gibi gizli mahfilleri dahi milli amaçları için kullanabilmiş olmaları gerekir.
Tarihte bu kolektif çabayla kurulan tek devlet ne yazık ki İsrail’dir.
Babil sürgününden 1878 yıl sonra İsrail’i kuranların avantajı, İbrani ulusal kimliği ile Yahudi inanç kimliğinin iç içe geçmiş olmasıydı. Bu kuşatıcı ve dayanıklı aidiyet duygusu, yüzyıllara ve diaspora denilen coğrafi dağınıklığa meydan okumuştu. Yahudi inancını koruyan, İbrani milliyetini de korumuş oluyordu. Omuzlarda bir asimilasyon kalkanı gibi taşınan Tevrat ruloları, İsrailoğullarını yeniden anayurtlarına egemen kılmakla kalmadı, onlara dünyayı denetleme ve yönetme imkânını da verdi.
Yahudiler, krallar yükselirken kral olamamışlardı. Papazlar zirvedeyken de kimse bir Yahudiyi kiliseye bile sokmazdı. Ancak burjuva yükselişi, Yahudileri, bir asansör gibi en üst kata kadar çıkardı. (Bkz. Rotschilds, Oppenheimer, Rockefeller) Çünkü onlar, para sayesinde yükselme kabiliyeti olan ve parası olan herkese gizli kapıları bile açan yeni bir soylular sınıfı meydana getirmişlerdi.
Bu yeni sınıfın adı kendilerine “kent soylular” da denilen burjuvalardı.
Yaklaşık 250 yıldır burjuva-mason aydınların ve onları takip eden jakoben bürokratların kurduğu bir dünya düzeninde yine onların koyduğu kurallarla yaşıyoruz. Gerçek vatanseverlerin veya Milliyetçilerin neden bir türlü demokratik yoldan iktidara gelemedikleri sorusunun cevabı bu gerçeğin içinde saklıdır.
Henüz kendi eliyle Tarih yapma kabiliyeti kazanmamış olan Türk Milleti ve turuncu devrimciler tarafından daha doğmadan öldürülmeye çalışılan Türk Milliyetçiliği, Ziya Gökalp, Atatürk, Atsız, Alparslan Türkeş gibi öncüler sayesinde halen “oluşum çağını” yaşamaktadır.
Mağrur kralların, papazların, halifelerin ve kurnaz kentsoyluların tarihinde olan olmuş biten bitmiştir. Aldanmayın siz Malthusçu Huntigton’un Japon asıllı kankası Fukuyama’ya…
Parolası “zafer” olan milletler için Tarih daha yeni başlamaktadır.