“Yeni Türkiye” Ulusalcıları ABD’nin bayrağının arkasında!
“Yeni Türkiye” kurulsun diye canını dişine takıp partisine yüzde 50’lik görkemli iktidarı üreten AK Partili teşkilat mensubunu temsil etmemesi, kuşkusuz AK Parti teşkilatlarında hayal kırıklığı yaratmıştır. Ama onları daha da üzecek fazlasına dikkat çekmeliyim: Ne yazık ki artık “eski Türkiye”de kaldığını umdukları o tuhaf ve acaip ulusalcılık türü İslamcılık bedeninde reenkarne oldu. Yeni Şafak’ta görünmesine gönül rahatlığıyla imkan ve fırsat tanınan meczupluk, hatta akıl hastalığı “eski Türkiye”nin ulusalcılığı içindeki en acaip oyuncuların boşalttığı yeri doldurmuş gözüküyor.
Zaten muhafazakar iktidarın şemsiyesi altına üşüşmüş klik, grup, fıraksiyon, odak ve akım kümelerinin aslında “eski Türkiye”nin tasfiyesiyle boşalan alanlara doluşmuş iktidar beyliklerinden başkası olmadığını görmüyor muyuz?
Eklektik dindarlık icat etmekten, dini metafizik alana kovma gayretine kadar yayılan kimlik tanımıyla liberal aydınlanmacılık da, İslam’ı fizik alanda tutma mücadelesinin menbaını kurutma çabasına karşılık mutlulukla eski ulusalcılığın koltuğunu “yeni Türkiye”nin yeni ulusalcılığına teslim ediyor.
“Yeni Türkiye”nin İslamcılığının, “eski Türkiye”nin o tuhaf ve acaip ulusalcılığının ta kendisi olduğunu teşhis ettiğimiz zamanlardayız. “Yeni Türkiye”nin ulusalcı akımı olan İslamcılığı farketmemiz için Suriye’de AB(D)’nin, müstafi ve muhalif baasçıları müstakbel iktidar olarak selamlayıp muvazzaf baasçılardan kurtulmak istemesini görmek gerekiyormuş meğer.
“Yeni Türkiye”nin ulusalcılığı olan İslamcılık, Suriye bahanesiyle politik bakımdan İran ve Hizbullah karşıtı, dinî açıdan da Şiilik ve Alevilik düşmanı bir tutumun peşinde koşuyor. Siyasi ve dinî bu alanlarda gerilim, çatışma, hatta savaş çıkartabilirse kendisini mutlu addedecek. Suudilerin Türkiye’deki lejyonu olan tekfir ve nefret fırkasından, İran’ı şeytanlaştırmayı amaçlayan “neo-aryanizm” ambalajına sarılı kampanyanın ocağı haline gelmiş anlı şanlı düşünce kuruluşuna; gönüllere taht kurmuş yardım kuruluşundan, marjinal ve saldırgan facebook/sokak örgütlenmesine, hatta mezup veya akıl hastası yazarlara kadar renkli bir yelpazeden oluşuyor “yeni Türkiye”nin ulusalcılığı!
Bu türden gelişmeleri mümkün kılan bereketli(!) hadise, AB(D)’nin Suriye’ye Mart’tan bu yana ihraç etmeye uğraştığı “Arap baharı” isimli renkli devrim teşebbüsüdür. “Yeni Türkiye”nin ulusalcılığı olan İslamcılık, hiç gizlemeksizin AB(D)’nin siyonist yayılmacılığı meşrulaştırma değirmenine kova kova su taşıyabiliyor. Oysa merhum İmam Humeyni, 1979’daki İslam devriminden hemen sonra, o su kovalarını İsrail’in üzerine dökmelerini istirham etmişti; çünkü bunu yapsalardı şimdiye kadar siyonist yayılmacılığı çoktan sel almış olacaktı!
“Yeni Türkiye”nin ulusalcılığının, Suriye’deki kritik meselenin baas rejiminin sokakta döktüğü kan olduğunu söylemesini uzunca bir süre insaniyet ve İslamiyet hissiyatının haklı isyanı olarak gördük ama aslında çok yanılıyormuşuz. Meğer asıl mesele kanın beden yüzeyine çıkması değil, yere düştükten sonra yaratması umulan kelebek etkisiymiş!
Öyle olmasa, iktidarın menfaat göletinde suhuletle yol alan “düşünce” teknelerinin zevatının, Hama ’82 dahil birçok olayın faili durumundaki müstafi ve muhalif baasçılara da lafı olması lazım gelmez miydi? İktidarın yellemesiyle yolalan içeriksiz gölgelerin, esintiye göre istikamet bulan zihin kumpaslarının gösterdiği güzergahtan memlekete hayır gelmez. Menfaat teknesi süzülürken baas rejimine ilişkin sorular ve sorunlar aklına bile gelmeyen, ama Washington-Brüksel eğrisinde salınım başlatıldığında topyekün ayağa kalkan kirli propaganda heyetinin “baasçılık” ithamları o nedenle zaten leke bırakamıyor.
Bir zamanlar baas ailesine hayli dost, ama şimdilerdeki ailevi post kavgası durumundan hayli hasım meczupluğun kanla yazdığı edebiyat tabii ki gayri samimidir. Yoksa Suriye’de muvazzaf baasçılar ile müstafi baasçılar arasında baba mirası üzerine cereyan eden beylikler kavgasını onlar da biliyor. Bugün bu kadar çok kandan konuşmalarına rağmen daha dün Esed’e hayranlık şiirleri yazdıkları, on yıldır bir gün olsun baas tek particiliğinin sona ermesi için parmak kımıldatmadıkları, ama şimdi nasıl bir hava değişimiyle olduğu besbelli, en azılı Alevilik, Şiilik, İran, Suriye, Hizbullah düşmanları haline geldikleri gözönünde yaşandı.
Suriye sokağındaki kanı bahane eden “yeni Türkiye”nin ulusalcıları, takip etmekte zorlandığımız bir hızda, o kandan, muvazzaf baasçıların iktidarı bırakması, onların yerine müstafi ve muhalif baasçıların iktidar yapılması, İran ve Hizbullah’a savaş açılması, Şiilik ve Aleviliğe karşı husumet yeşertilmesi, bu husumet vesilesiyle mesela Irak, Lübnan gibi yerlerde Şiilerin etkisine son verilmesi, hatta mümkünse bu kampanyanın yeryüzünde Şii bulunan tüm iklimlerine yayılması hesap kitabını çıkarma seviyesine sıçrayabildiler. Demek ki akıllarından epeydir bastırıp baskıladıkları bir yeryüzü hegemonyası geçiyormuş. Bu hegemonyanın sahibini “Türkiye” olarak ilan etmeleri bizi yanıltmamalıdır. Çünkü o “Türkiye”; içinde Alevilerin, Şiilerin, Kürtlerin, bizim gibi Mutezil (onların şom emelleriyle yollarını ayrılmış) dindarların olmadığı Türkiye’dir. Yeni ulusalcılığın doktrine ettiği, Emevi-Abbasi saray Sünniliğini din olarak benimseyen, fetihçi, militer, sıkı markaj siyasi rejimli, otoriter ve totaliter bir Türkiye’dir o.
Böylesine başdöndürücü yürüyen değişim/dönüşüm ve başkalaşma, Refah Partisi iktidarı sırasında bir generalin dile getirebildiği, Türkiye’yi onüç milyon aldıkları, öyle de teslim edecekleri tehdidinin güncellenmiş biçimini günün birinde “yeni Türkiye”nin ulusalcılığı sarfettiğinde bunu hiç şaşırtıcı bulamayacağımızı hissettiriyor bize!
İslamcılık bedeninde reenkarne olmuş yeni ulusalcılığın eski Osmanlı topraklarını reconquista alanları olarak gördüğünü tespit etmek harikulade bir keşif sayılmaz; bir de onaltıncı yüzyıla göz dikmiş retrospektifle, Çaldıran jeopolitiğini ihya etme hırsını gizlemediğini kayda geçmemiz.
AB(D) savaş makinesinin kımıldatılması için propaganda marşını basanlarca “baas katliamı” başlığına azaltılmış olsa da aslında bin başlıklı bir mesele olan Suriye, “yeni Türkiye”nin ulusalcıları nezdinde pekala fethin konusudur. Suriye ile ilişkilerin mutluluk seviyesinde seyrettiği günlerde Şam’ın bir vakitler Osmanlı’ya ait olduğunu söylerkenki çocuksu saadet tebessümünün, muhataplarca şimdilik anlayışla karşılandığını farkedemeyecek denli hayalperest/maceraperest, gerçeklik dünyasından kopuk türden bir fetihçilik. Suriyelilerin, “yeni Türkiye”nin ulusalcılarının Şam için kurduğu cümlelerde Şam’ın yerine Hatay’ı koymamalarındaki dikkat ise, 2009’da yazdığımız gibi, Şam’ın, Filistin-Lübnan dolayımlı binbir meselenin ‘hub’ı olmasıyla tabii ki alakalıdır.
“Yeni Türkiye”nin ulusalcılarının algı dünyasını inşa eden kavramsal çerçeve, Muhteşem Süleyman’ın batıya doğru fetihçiliği değil, Sultan Selim’in doğuya doğru fetihçiliğidir. Bugünkü koşullarda ‘reconquista’nın, diyelim ki AB(D) gözetiminde yapılabilecek olmasının da reelpolitik/jeeopolitik kitapta yeri bulunabilir, nitekim buluyorlar da.
KENAN ÇAMURCU