İstanbul’un Fethi’nin yıldönümü – Fetih sonrası Hıristiyan dünyasında yaşanan travmalar
İstanbul 29 Mayıs 1453’te Osmanlı Devleti ve sultanı Mehmet II tarafından fethedildi. Bu tarihten sonra da Sultan Mehmet II, “Fatih Sultan Mehmet” olarak anıldı. Bu yazıda İstanbul’un fethinin önemi üzerinde duruldu. İstanbul7un kısa tarihçesi, kuşatmalar ve fetihten önceki hazırlıklar özetlendi. Son olarak da “Konstantinople” olarak bilinen bu “Doğu Kilisesi”nin başkentinin, Hıristiyan dünyasında yarattığı şok ya da travma üzerinde durulmaya çalışıldı.
İstanbul’un fethi başlıca dört ana başlık açısından büyük önem taşımaktadır. Bunlar şöyledir:
1. Türk ve İslam Tarihi Açısından önemi:
a. Hz. Muhammed’in ve Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi’ye vasiyeti olduğu için, Türk ve Müslümanlarda moral değerlerinin yükselmesi açısından.
b. Osmanlı Devleti’nin Balkanlarda ilerleyebilmesi için, kuvvetlerini geriden vurmaması ve Anadolu’yla bağların kopmaması için gerekliydi.
c. Karadeniz-Akdeniz arasındaki deniz ticaretinin kontrolü ile devletin vergi gelirlerinin artırılması için.
d. Anadolu’daki diğer Türk beyliklerinin ve Pontus Rum Devleti’nin üzerinde Osmanlı hakimiyetinin psikolojik etki yaratması açısından.
2. Hıristiyanlık Tarihi Açısından önemi:
a. Ortodoks tebaanın Osmanlı Sultanına itaati açısından önemliydi.
b. Hıristiyan dünyasında yarattığı “Travma” (Türk düşmanlığı) açısından. Bu sebeple özellikle Avrupa’da bir Türk düşmanlığı başlayacak ve Viyana kuşatması sonuna kadar amansız bir şekilde sürdürülecektir. Balkanlardaki milletlerin isyanları (bağımsızlık mücadeleleri) sırasında da Avrupalılar bunu belli edeceklerdir.
3. Dünya Tarihi Açısından önemi:
a. Orta Çağ’dan Yeni Çağ’a geçildi. Yani bir çağ atlandı.
b. Ortodoksluğun merkezinin İstanbul’dan Moskova’ya (3. Roma) kaydığı iddiası yayıldı.
c. Akdeniz ve Avrupa’da Türk hakimiyetine yol açıldı, Karadeniz’in “Türk gölü” haline gelmesi için engellerden en önemlisi ortadan kaldırıldı.
d. Tarihte pek görülmeyen şekilde, kuşatıldığı halde teslim olmayan bir şehrin halkının can güvenliği ve ibadet hakkı gözetildi.
4. Harp Tarihi Açısından önemi:
a. Türkler, bu kuşatmayla ilk kez kalın ve aşınmaz surların yıkılmasında ağır topları kullandılar.
b. Haliç’e ulaşmak için donanma unsurlarından bazılarının (2, 3 ve 5 çifte kürekli 67-72 vasıta) karadan kaydırılarak, beklenmedik ve “sürpriz” etkisi ile, Haliç surlarının korunması için Bizanslıların kuvvetlerini ana surlardan ayırmasına ve zayıf bırakmasına sebebiyet verildi.
c. Denizden gelebilecek yardım ve tehdide karşı hisarlar inşa edildi. Rumeli ve Mora’dan kara-deniz yoluyla gelebilecek Haçlı kuvvetlerine karşı önlem alındı.
İstanbul’un ve Surların Fetihten Önceki Özet Tarihi
İstanbul’daki ilk yerleşim alanının, halen Topkapı Sarayı’nın bulunduğu mevkideki Lygos şehri olduğu ve bu şehrin M.Ö. IX. yüzyılda kurulduğu ileri sürülmektedir. Daha sonra M.Ö. 660’da bu ilk şehri ele geçiren Meğaralı Bizans’ın da şehre kendi adını verdiği anlaşılmaktadır. Aynı dönemde şehrin hakimi, Sarayburnu’ndaki ilk tesis olan Akropol’u ve şehri, sur ile çevirmiştir. Bu ilk sur, Ahırkapı feneri kuzeyinden başlayarak Ayasofya’nın bulunduğu mevkii içeride bıraktıktan sonra Yerebatan sarayının bulunduğu yerden. Demirkapı’ya ve oradan da eski Sirkeci limanına (Pros phorion mevkiine) kadar uzanıyordu. O dönemdeki Lygos şehri yedi burçlu olan bir surla çevrilmişti. Sahil de surlarla çevriliydi.
Bizans, M.Ö. 513’te Perslerin işgaline uğradı. M.Ö. 340’ta Makedonya Kralı Philip (Büyük İskender’in babası) tarafından işgal edildi, ancak ele geçirilemedi. M.Ö. 280’de Galatlar da şehri kuşattılar, ancak şehri ele geçirmekte başarılı olamadılar.
Daha sonra ise, Roma imparatoru Septimus Severius (193-211) şehri ele geçirmiş, hatta halkı da kılıçtan geçirmişti. Bizans’ı genişleten Severinus, Portaperema yani Balıkpazarı’ndan başlayarak şimdiki Nur-i Osmaniye camii mevkii, doğuda kalıp Hamzapaşa mescidi yanı ve Sokullu Mehmed Paşa camii doğusundan geçerek, doğuya dönen ve Ayasofya’nın güneyinden geçen ikinci suru yaptırttı.
Birbuçuk asır sonra bir başka roma İmparatoru Büyük Kostantin (306-333), Roma yerine payitahtını Bizans’a naklettirdi. 8 Kasım 324’da başlayan bu faaleyetle önce Ayasofya ile diğer mâbedleri ve bazı binaları yaptırdı. Devlet merkezi olması sebebiyle de kalabalıklaşan şehir surların dışına taşmıştı. Bu sebeple Kostantin de, kendi ismiyle anılan surları yaptırdı. Öncekilere göre çok daha geniş sahayı içine alan yeni sur, Haliç’teki Ayakapısı’ndan başlyor, sonra batıya doğru uzanarak Sultan Selim Sarnıcı’nın (Bonos sarnıcı) kuzeyinden geçiyor, ardından güneye doğru dönüp Bayrampaşa deresi, Altımermer, Çukurbostan, Davudpaşa, Hekimoğlu camii’nin yanından Samatya kapısı yakınına kadar uzanarak Marmara Denizi’ne birleşiyordu.
İstanbul’un nüfusu da başkent olduktan sonra hızlı artış gösterdi. Daha IV. yüzyılda 90.000’e ulaşan nüfus, V. yüzyılda 200.000’e ve VI. yüzyılda ise 400.000’e ulaştı.
Zaman içerisinde çıkan yangın, salgın hastalıklar ve deprem gibi afetler sebebiyle nüfusta büyük değişiklikler yaşandığı gibi, doğal afetler sebebiyle inşa edilen surlar da zaman içerisinde yıkılmışlardı. Son olarak İmparator II. Teodosiüs (408-450) surları diye bilinen şimdiki surlar yapıldı. Bu surlar Marmara sahilinde Tabakhane kapısından başlayarak Haliç’e kadar indirilerek Marmara ile Haliç arası tamamlanmış oldu.
Zaman içerisinde yine bir deprem sonucu harap olan Teodosiüs surları da onarım geçirdi. Hatta yeni ilavelerle kara surları önüne araları 15-20 metre açıklıkta ikinci bir sur daha inşa edildi. Keza bu en dıştaki surun önüne de altı-yedi metre derinliğinde bir hendek açıldı. Öndeki surun yüksekliği sekiz buçuk, genişliği iki metre ve gerideki ikinci surun yüksekliği ise on iki, genişliği de takriben beş metre idi.
İstanbul, Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilinceye kadar Sasaniler, Avarlar, Bulgarlar, Araplar, Ruslar ve 6 kez Osmanlılar tarafından kuşatıldı. 1071 Malazgirt Zaferi ile Anadolu’ya yerleşen Türkler, kısa bir süre içerisinde İstanbul’u tehdide başladılar. Bizanslılar, Papa dahil bütün Hıristiyan devletlerden, Türk-İslâm fütuhatına karşı her türlü yardım talebinde bulundular. XI. yüzyılın sonlarında, Papalığın öncülüğünde, Hıristiyanlığın mukaddes beldelerini Müslümanlardan kurtarmak ve Türkleri Anadolu’dan atmak için yapılan Haçlı seferleri, İstanbul’un fethini geciktirdi. 1204 yılında Latinler, 4. Haçlı Seferi sırasında Kudüs’e gitmek yerine İstanbul’u işgal ettiler. 1261’de Latinler kovulurken, Galata’da Cenevizliler, Pera’da ise Venedikli tacirler yerleştiler.
Araplar tarafından kuşatılan İstanbul, daha sonra Osmanlı döneminde Yıldırım Bayazit tarafından üç kez, Musa Çelebi tarafından 1411’de bir kez ve Fatih Sultan Mehmet’in babası Sultan II. Murat tarafından bir kez kuşatılmıştı. Yıldırım Bayazit, bu maksatla Anadolu Hisarı’nı inşa ettirmiş ve İstanbul Boğazı’ndan şehre yönelik gemilerin desteğini kesmek istemişti.
Türklerin İstanbul’u fethetme konusundaki arzuları iki önemli sebebe dayanıyordu. Bunlardan ilki Hz. Muhammed’in; “İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ne güzel hükümdar ve onun askerleri ne güzel askerlerdir” hadîs-i şerîfi idi. Bu hadis-i şerif, bütün İslâm hükümdar ve komutanlarının İstanbul’u fethetme arzu ve gayretlerini harekete geçiriyordu. Yani Müslümanlar, “Feth-i Mübîn”i gerçekleştirmek için çok hevesliydiler.
Öte yandan Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gâzi de ölüm döşeğinde iken, oğlu Orhan Gazi’ye; “İstanbul’u al gülzâr et” diyerek vasiyette bulunmuştu. Bu vasiyet de Osmanlı sultanları için özel bir önem taşıyordu.
İstanbul’un Fethi Öncesinde Yapılan Hazırlıklar
Sultan Mehmet II, 1451’de ikinci defa saltanat tahtına oturur oturmaz, önce Bizans’ı kuvvet ve lojistik destek itibariyle takviye edebilecek olan deniz yolunu kontrol altına almayı düşündü. Bu maksatla Anadolu Hisarı’nın karşısına keşfini bizzat kendisinin yaptığı Rumeli (Boğazkesen) Hisarı’nın yapımını başlattı. Anadolu Hisarı da tamir edilip, top yerleştirildi. Rumeli Hisarı’nın inşaatında, devlet adamları dahil, binlerce işçi ve usta sıkı disiplin altında çalışarak, memleketin her tarafından getirilen inşaat malzemeleri ile, tamamı iki bin metreyi bulan sur ve kuleler, dört ay içinde tamamlandı. Firuz Ağa kumandasında dört yüz kişilik muhafaza kuvveti ve devrin en güçlü ateşli silâhı topların yerleştirildiği Rumeli Hisarı vasıtasıyla Boğaz’ın trafiği kontrol altına alınıp, Sultan Mehmed Han’ın ; “Boğaz’dan her geçen gemi, kaleye belli mesafe yaklaştığında yelkenlerini indirerek, Hisar komutanına, nereden gelip nereye gittiğini, yükünün mahiyetini bildirecek, belli miktar vergi verecek, sonra geçmesine müsaade edilecek, aksi şekilde hareket edenler batırılacaktı’” şeklindeki fermanıyla da geçiş talimatı yayınlandı.
1452-1453 kışı, Edirne’de kuşatma hazırlıkları içinde geçti. Avrupa’dan getirilen top usta ve mühendislerinin de yardımlarıyla surlara karşı etkili olabilecek büyük toplar dökülerek tecrübe atışları yapıldı. Balistik hesapları bizzât Fâtih tarafından yapılan topların dökümü çok kısa zamanda bitirildi ve Şubat ayında İstanbul önlerine nakline başlandı. Her bir büyük topun nakledilmesi için 60 mandaya ihtiyaç duyulmuştu. Yollaın bozuk kısmında ve köprü yapılacak yerlerde yolu düzletmek ve tahta köprü yapmak için önceden 50 inşaat ustası ve iki yüz amele görevlendirildi.
Topun naklinden evvel on bin kişilik bir kuvvetle Karaca Paşa gönderilerek Misivri, Ahyolu ve Vize ve sair kaleleri aldı. Silivri taraflarındaki diğer bir kale harben alındı ve Silivri kalesi ise müdafaada sebat etti; Bigados teslim oldu. Sur önüne getirilen top Karaca Paşa’ya teslim edildi.
Mart başından itibaren Sultan Mehmet eyalet ve sancaklara hükümler göndererek İstanbul aleyhine hareket edileceğini bildirip orduya iltihaklarını emretti. Muvazzaf ve gönüllü olarak gelen kuvvet orduya iltihak ediyordu. Mart 1453’de Edirne’den hareket eden Sultan, Keşan mevkiinde Çanakkale Boğazı’ndan geçecek olan Anadolu kuvvetlerini bekledi. Daha sonra hareketle 5 Nisan’da İstanbul surları önüne geldi, 6 Nisan cuma günü de şehri kuşattı.
Donanma Komutanı Baltaoğlu Süleyman bey, fetihten önce (13 Nisan 1453) Büyükada (Prinkipos) kalesini, Pâdişâh da boğazdaki Tarabya kalesi ile Burgaz adasındaki kaleyi ele geçirmiş, böylece o taraflarda bir istihbarat ve emniyet tertibatı alınmıştı.
Mora’dan gelebilecek desteğe karşılık bölge Turahan ve oğullarına bırakılmış, Rumeli’den gelebilecek destek için de Akıncılar görevlendirilmişti.
Bizans İmparatorluğu (İstanbul)’nun Fetih Öncesi Yabancı Güçlerle Takviyesi
26 Ocak 1453’de iki kadırga ve yedi yüz cenkçi ile Cenevizli Jüstinyani İstanbul’a gelerek, kuşatmada İmparator’un yanında yer aldı. Kale tamiri ve müdafaa hazırlıklarında imparatora yardım eden ve iyi bir komutan olan Jüstinyani, başkomutan tayin oldu. İstanbul muhasaradan kurtulura kendisine Limni adası verilecekti. Topkapı ile Edirnekapı arasındaki kısmın savunmasını üstlenen Jüstinyani’nin emrinde 400 zırhlı nefer ve 300 denizci asker bulunuyordu.
Papa da üç büyük kadırga ile 200 asker, mühimmat ve erzak göndermiş, 30 geminin daha hazırlanmakta olduğunu da bildirmişti. Keza Sakız Cenevizlileri de iki gemi ile 700 ve Ceneviz’den de bir gemi ile 300 kişilik bir kuvvet göndermiş, ayrıca İspanya ile adalardan da kuvvetler intikal etmişlerdi.
Ticaret maksadıyla Karadeniz ve Azak Denizi taraflarına gidip geri dönerek İstanbul’a uğrayan ve Venedik’e gitmek isteyen Venedik gemileri gerek imparatorun ve gerek İstanbul’da oturan Venediklilerin ısrarıyla İstanbul’da alıkonulmuşlardı
Galata’daki Cenevizliler de, İstanbul’un elden çıkması halinde bundan zararlı çıkacakları düşüncesiyle Bizans imparatoruyla beraber çalışıyorlardı. Bu maksatla Cenova’dan yaptıkları istek üzerine 500 cenkçi ile bir geminin Galata’nın yardımına gelmekte olduğu cevabını almışlardı.
Buna rağmen, Cenevizli tacirler her ihtimali göz önüne alarak İstanbul muhasarası başladıktan sonra Osmanlıları da gücendirmek istememişler ve bazı vaatler karşılığında Türklere de gizlice yardım etmeyi ihmal etmemişlerdi. Bu temas pâdişâh Edirne’de iken gönderilen bir heyet vasıtasıyla yapılan dostluk anlaşması ile gerçekleşmişti. Sultan Mehmet, İstanbul’a yardım etmemek şartıyla Galata Cenevizlilerinin dostluğunu kabul etmişti.
Kuşatma sırasında Bizans’ın barış kadrosundaki 5.000’ye ilaveten kuşatmadan önce de 4.973 kişilik bir kuvvet toplandı. Bu kuvvetlerden başka Venedik, Ceneviz ile Girit, Sakız adalarından İspanya, Provanş’dan gelen yardımcı kuvvet mevcudu 3.000 civarındaydı. Yabancı ve Rum donanmasından surlarda hizmet gören 2.000 personel ile Bizans himayesindeki Şehzade Orhan’ın maiyetindeki 600 Türk’ün de ilâvesiyle Bizans’ın savunmasında en azından 15.000 kişilik bir kuvvet olduğu anlaşılmaktadır. Kuşatma esnasında ortaya çıkan zayiatı telâfi etmek suretiyle mevcudun artmış olabileceği de imkan dahilindedir.
Çeşitli büyüklükte sekiz Ceneviz, 15 Venedik, altı adet İtalya Cumhuriyetlerine ait gemi ile yedi Bizans kadırgası ve diğer muhtelif yerlerden gönderilenlerle birlikte Bizans Donanması’ndaki gemi sayısı 39’u. Bizans Donanması, 2 Nisan 1453’ten itibaren Yalıköşkü ile Galata’da Kurşunlu mahzen arasına gerilerek Haliç’e girişi önleyen zincirin Haliç kısmına alınmışlardı. Gemilerin 10’u, gerilmiş olan zinciri kırmaya teşebbüs edecek Türk gemilerine karşı mevki almışlardı.
İstanbul’un Fethinde Türk Komutanlar
Kara surlarının sol cenahı Ayvansaray’dan (Sinegion) Edirnekapı’ya kadar olan kısmı Rumeli Beylerbeğisi Dayı Karaca Paşa’nın, Edirnekapı ile Topkapı arası (merkez) padişahın komutasında idi. Topkapı’dan Yedikuleye kadar olan kısım ise Anadolu Beylerbeyi İshak Paşa ile Mahmud Paşa’ya emanet edilmişti.
Kuşatmaya katılan Türk kuvvetlerinin mevcudu hakkında çeşitli rivayetler mevcuttur. Kapıkulu ocakları, Rumeli ve Anadolu topraklı yani tımarlı sipahileri, azaplar ve gönüllü katılanlarla birlikte sayının 100 bin ila 120 bin arasında olduğu tahminleri yapılmaktadır. Bu kuvvetin bir kısmı Zağanos Paşa komutasında, Cenevizlilere ait Galata surlarının dışındaki şimdiki Beyoğlu sırtlarında idi.
Osmanlı Donanması’nın da nakliye gemileriyle birlikte 150 parça büyük gemiden ibaret olduğu söylenmekle birlikte, bazı Rum tarihçilerinin bunu 420 gemiye kadar çıkardıkları bilinmektedir. Baltaoğlu Süleyman Bey komutasındaki donanma, Haliç tarafındaki surlar hariç olmak üzere, deniz tarafından İstanbul surlarını kuşatmıştı.
İstanbul’un Teslimi Teklifi ve Kuşatma
6 Nisan’da başlayan kuşatmadan sonra 11 Nisan’da Sultan Mehmet II, İslâmî ageleneklere uygun olarak Mahmud Paşa’yı İmparatora elçi göndererek, kan dökülmeden şehrin teslimini teklif etti. Ancak İmparator Kostantin şehri müdafaa edeceğine yemin etmiş olduğunu ve ancak anlaşma halinde vergi vereceğini beyanla teslim teklifini kabul etmedi. 12 Nisan’dan itibaren de büyük topların ateşlenmesiyle asıl kuşatma başlatıldı.
İstanbul kuşatması sırasında 4 büyük taarruz icra edildi. Bunlar; 18 Nisan, 6 Mayıs, 12 Mayıs ve nihayet 27-29 Mayıs taarruzlarıydı.
18 Nisan’da Bayrampaşa deresi tarafından birinci ve ikinci surlardan bir gedik açılması üzerine gece yürüyüşüyle başlatılan birinci hücum başarılı olamadı. Aynı günlerde önündeki gerili zinciri kırarak Haliç’e girmek isteyen Donanma da başarısız olmuştu.
Bu başarısız girişimlerden iki gün sonra bir diğer başarısızlık yaşandı. Papa tarafından İstanbul’a gönderilen üç Ceneviz gemisiyle 400 muharip asker intikal sırasında Mora’dan yiyecek ve mühimmat yüklü bir gemi ile 20 Nisan günü Yeşilköy sahillerinde göründüler. Donanma Komutanı Baltaoğlu Süleyman bey 18 gemi ile bunları karşıladı. Yedikule’ sahillerine yakın çatışmayı İmparator kale surundan ve Sultan Mehmet de Zeytinburnu tarafından izliyordu. Takviye gemileri yüksek bordalı göğe denilen gemilerden ve Osmanlılarınla ise kadirgalardan teşkil edilmişti. Gemilerin birbirlerine yanaştıkları sırada yüksek bordalı düşman gemileri, kendilerine yanaşıp çıkmak isteyen Türk askerlerine yağmur gibi ok ve taş ve grejuva ateşiyle mukabele ederek açıkta bulunan Osmanlı donanması efradına fazla zayiat verdiriyorlardı. Uzun süren ve zayiatla sonuçlanan muharebeden vaz geçen Osmanlı donanması sahile doğru çekildi. Düşman donanması bunları takip edince, yüksekten atılan oklara karşı alçak bordalı Osmanlı donanması mukabele edemeyerek kaçtı. Bunu seyreden Sultan Mehmet, hiddet ve üzüntüden atını denize doğru sürmüş ve sahilin sığ olmasından dolayı oldukça ileri gitmişti. Pâdişâhın emri üzerine muharebe tekrar Yedikule önünde başladı; bu defa Türkler yardımcı gemilerini epey sıkıştırdılarsa da bu sırada rüzgârın esmeğe başlaması üzerine yollarına devamla şehir limanlarından birisine geldiler; geceleyin zincir indirilerek dışarıya çıkan iki Venedik kadırgası bu yardımcı gemileri alarak Haliç’e girdiler. Sonuçta Baltaoğlu Süleyman Bey, başarısızlığını görevinden alınarak ödedi. Yerine Çalı Bey’in oğlu Hamza Bey atandı.
Yapılan ilk taarruzun ve donanmanın başarısızlığı üzerine, kuşatmanın başarısız olacağına ilişkin bir dedikodu başlamıştı. Bunun üzerine bir harp meclisi kurularak durum görüşüldü. Kuşatmanın Haçlı müdahalesini sebebiyet vereceği endişesini taşıyan Sadrazam Çandarlı Halil Paşa, Bizans’ın yıllık 70 bin duka altın vergi vermesi koşuluyla kuşatmanın kaldırılmasını teklif etti. Ancak Zağanos Paşa ve diğer bazı komutanlarla ve ulema bu teklife katılmadığından kuşatmanın devamına karar verildi.
Haliç’in karşı kıyılarının komutası verilen Zağanos Paşa’ya Hasköy’den karşı sahile bir köprü yapması emredildi. Köprü yapılırsa surlarla Beyoğlu arasında irtibat tesis edilebilecekti. Bunun için ise Haliç’te donanma unsurları ile aynı zamanda da Haliç’teki düşman donanmasının etkisizleştirilmesine ihtiyaç vardı. Haliç tarafındaki surlar da, Haliç’e donanmanın girişi mümkün görülmediğinden, diğerlerine nispetle zayıf bırakılmıştı.
Padişah Haliç’teki düşman donanmasını batırmak için, seri atışlar yapacak şekilde bir mekanizma (top makinesi) yaptırdı. Yüksek Beyoğlu sırtlarına konan bu sistemle Haliçteki gemilerden bazıları batırıldı.
Ardından da donanmanın bazı unsurların Haliç’e indirilmesine karar verildi. Böylelikle hem düşman donanması yok edilecek, hem de Hasköy Ayvansaray arasına köprü yapılarak iki ordu arasında irtibat tesis edilecekti.
Önce gemilerin kaydırılacağı ormanlık arazi (Tophane önündeki sahilden başlayarak Boğazkesen’den güney batıya dönüp, tepeyi aşarak şimdiki Perapalas yanından Kasımpaşa’da Haliç sahiline) tesviye edildi. Yuvarlak ağaçlardan kızaklar yapıldı, Galata Cenevizlilerinden zeytin yağı, sade yağı ve domuz yağı temin edilerek kızaklar iyice yağlandı. Ancak tüm işlemler bir gizlilik içerisinde yapılarak, hazırlığı Bizans’a haber vermesi muhtemel Cenevizlilerden saklandı. Hatta düşman donanmasına havan topları ile ateş edilerek ve Haliç ağzındaki zincire karşı taarruz edilecek şekilde aldatma harekatı icra edilerek, bu hazırlık örtüldü.
Sayılar 67 ila 72 arasında verilen iki, üç ve beş sıra kürekli tekneler 21/22 Nisan gecesi Kasımpaşa’ya indirildi. Bu harekat, müthiş bir sürpriz etkisi yaratarak düşmanın manevviyatını bozduğu gibi, Hasköy ile Ayvansaray arasına (Avcılar kapısı tarafına) kurulması planlanan köprü için de yararlı oldu. Ayrıca Haliç tarafındaki tek sıra surların zayıf savunmasını güçlendirmek maksadıyla diğer savunma bölgeleri zayıflatılarak burası takviye edildi. Zira, köprünün üzerine yerleştirilen toplar ve Haliç’te Türk donanmasının toplarıyla bölgedeki surlar dövülmeğe başlanmıştı.
Kuşatmada Son Hamleler ve Şehrin Fethi
Bu harekatın ardından 6 ve 12 Mayıs tarihlerinde iki büyük taarruz daha yapıldı ise de, surlar aşılamadı. Sultanmehmet II, 23 veya 24 Mayısta İsfendiyaroğlu Kasım Bey’i İmparator Konstantin’e elçi olarak göndererek, büyük taarruzdan önce son bir uyarıda bulundu ve şunları teklif etti:
Şehir teslim edilecekti.
Şehrin teslimi halinde İmparatorun bütün maiyyeti, hazinesi ile sağ ve salim, arzu ettiği yere gitmesi veya Mora despotluğunu kabul eylemesi mümkün olacaktı.
Halkın da gitmek veya kalmakta serbestti. Teslim olunmaması halinde savaşla alınacak şehirdeki halk “harp esiri” olacaktı.
Konstantin bu teklifi kabul etmeyerek, kendisi de Sultan Mehmet’e bir elçi gönderdi ve Rum elçileri pâdişâh ne kadar vergi isterse iktidarı dışında olsa dahi vereceğini, hatta daha başka tavizlerde de bulunabileceğini söyledi. Bu ise Sultan Mehmet tarafından, “Buradan gitmekliğim kabil değildir; ya ben şehri zabtederim, yahut şehir beni ölü veya diri olarak zabt eder, eğer şehirden sulhen çekilirsen sana Mora’yı ve kardeşlerine diğer eyaletleri vereceğim; bu suretle dost oluruz, şayet şehre harben girecek olursam eşraf ve ayanını ve seni öldürüp halkı esir edip mallarını yağmalattırırım!” şeklinde cevaplandırıldı.
25-26 Mayıs tarihlerinde Osmanlı karargahına gelen bir Macar heyeti, Jan Hunyad’ın naiplikten çekildiğini, genç kıral Ladislas’ın tahta oturduğunu ve Jan Hunyad’ın Sultan Mehmet II ile yapmış olduğu üç yıllık barış sözleşmesinin geri istendiği bildirildi. Macar heyeti ayrıca İstanbul kuşatmasının kaldırılmasını pâdişâhtan rica etmişler, aksi halde Macarların, Rumlar lehine hareket edeceklerini beyan etmişlerdi. Macar heyetinin gelişiyle Macarların Rumlara yardım edeceği ve Haçlı Donanmasının intikalde olduğu şayiası yayılarak, kuşutmayı yapan asker yıpratılmaya başlandı.
Bu gelişmeler üzerine 27 Mayıs akşamı bir harp meclis toplanarak vaziyeti görüştü. Vezir-i âzam Halil Paşa, yeni bir haçlı seferi yapılacağı endişesiyle imparatorun ağır bir vergiye bağlanarak muhasaranın kaldırılmasını teklif etti. Buna karşılık Zağanos Paşa, İstanbul’a yardım yapılamayacağını ve yardım yapılsa bile önemi bulunmadığını, söyledi. Bu söylem bazı ümera ile ulema ve Ak Şemseddin tarafından da desteklenince, kuşatmaya devam ve son bir büyük taarruz kararı alındı.
Padişah, tüm komutanlarını toplayarak onları teşvik eden bir konuşma yaptı. “Onlara gösterdikleri gayret ve fedakârlıklardan dolayı teşekkür etti ve yapılacak son hücumda da büyük fedakârlıklar beklediğini ve İstanbul’u fethetmeden geri dönmeyeceklerini anladığını ve kazanılacak zaferin temin edeceği menfaatleri ve şehrin bütün servetini kendilerine bıraktığını ve asırlarca düşmanlığını gördüğü İstanbul’un zabtının zarurî olduğunu, surların artık girilebilecek bir hale geldiğini, surları müdafaa edenlerin az ve yorgun olduklarını ve Türk askeri gibi nöbetle dinlenmediklerini ve bunun da muvaffakiyet için bir âmil olduğunu, bunun için yakında hücum yapılacağını gaye elde edilmedikçe sulh veya mütareke olamayacağını beyan ederek” moral verdi. 27 Mayısta yapılan ve üç gün süren bombardımanla surların bir kısmı yıkıldı.
28 Mayıs gecesi yapılan ağır top atışları 29 Mayıs sabahı da devam etti. Öğle saatlerine doğru merkezde, fiilen Sultan Mehmet II’nin katıldığı bir taarruz neticesinde ilk gedik açıldı. Surlara ilk çıkan yeniçerilerden Ulubatlı Hasan, daha sonra şehit düşse de, yerini yeni yeniçeriler aldı. Şehir öğleden sonra neredeyse tamamen ele geçirildi. Sadece Giritli gemicilerin müdafaa ettikleri Vasileos (Basil) Leon ve Aleksiyüs burçları alınamadı, bunlar kahramanca savaştılar. Bunların savunmaları Sultan’a bildirildikten sonra, gemileriyle mallarının serbest bırakılması şartıyla teslim olarak gittiler. İmparator Konstantin çarpışma sırasında, Şehzade Orhan kılık değiştirmesine rağmen fark edilerek katledilmek suretiyle hatların kaybettiler. İmparatorun eşi ve kızları ise Jüstinyani tarafından gemiyle Mora’ya kaçırıldı.
Topkapı’dan maiyetiyle birlikte içeri giren 22 yaşındaki Sultan, yani “Fatih” Sultan Mehmet, halka taarruz edilmemesini, halkın da askere itaat etmesini buyurdu ve ardından da Ayasofya kilisesine gitti. Burada atından inerek yere kapandı ve toprak alıp başının üstüne götürdü. Sonra Ayasofya’ya girdi, mukaddes mahalde durdu, patrik ve halk yerlere atılarak ağlaştılar. Bunun üzerine Fatih, onları elleriyle susturduktan sonra Patrik’e; “Ayağa kalk. Ben Sultan Mehmet sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bu günden itibaren artık ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız!” dedi. Sonra komutanlarına dönerek, askerin halka hiç bir fenalık yapmamalarını emretmelerini ve herhangi birisi bu emre itaat etmezse ölümle cezalandırılacağını bildirdi.
İstanbul Türkler tarafından fethedildikten sonra yakıp yıkmak yerine, tam tersi yapıldı. Fatih Sultan Mehmet; saray, camiler, medreseler, imaretler, su kemerleri, çarşılar, vakıflar ile hamamlardan başka, şehrin çeşitli yerlerinde 4.000 civarında dükkan yaptırdı. Büyük camilerin yanındaki medreseler haricinde 24 medrese, 12 han, 40 çeşme ve Halkalı su tesisleri ile iki gemi tersanesi ve kışla, Fatih devrinde meydana getirildi.
İstanbul7un fethi ile Fatih, sadece Türk ve İslam dünyasının değil, aynı zamanda Ortodoks dünyasının da başı oldu. Bunun için Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne, İstanbul’un fethinden önce sahip olduğu yetkilerin bile üzerinde yetkiler tanıdı. Fatih böylece Avrupa topraklarında Ortodoksluğun otoritesi ile genişlemeyi kolaylaştırmayı, Hıristiyanlar arasındaki Katolik-Ortodoksluk bölünmüşlüğünü canlı tutmayı, böylelikle Haçlı seferlerinden kurtulmayı amaçlıyordu. Keza, Patrikhane sayesinde Ortodoks cemaatin denetimi de kolaylaşabilecekti.
İstanbul’un Fethi’nin Hıristiyan dünyasında Yarattığı Travma
1453’te İstanbul’un Türklerin eline geçmesiyle, evvelce Kosova’nın fethi sonrasında başlatılan Türkler aleyhindeki propaganda faaliyetleri de hız kazandı. Bu propagandalarda, Türklerin gelenek ve inançlarına son derece ters, yalan ve iftiralar yer almakta olup; “Bir Türk süvarisi mızrağı ile bir çocuğu şişliyor, bir ikinci Türk bacaklarından yakaladığı yeni doğmuş bir bebeği kılıcıyla ortadan ikiye kesiyor, ayrıca arka planda sivri kazıklardan oluşan tahta bir çitin üzerinde kazığa geçirilmiş bebekler görülüyor!” şeklinde, akla hayale gelmedik şeyler yazılıyordu. Türklere karşı propagandalar, gün gelip vaazlara da yansımıştı. XVI. yüzyılda Türklere karşı kazanılacak bir zaferin sadece Tanrı’nın yardımı ile gerçekleşebileceği, Türklerin aşırı gücü, yayılma arzuları ve hırsları sıralanıp, Hıristiyanların birlik halinde düşmanı yenebilecekleri umudu aşılanmaya çalışılıyordu. Kullanılan üslup ise her zamanki gibi zulüm üzerine kurgulanmış olup, bunlardan birinde şu ifadeler vardı: “Gökkubbenin altında Türklerden daha aşağı, zalim ve küstah canavarlar yoktur; onlar kimsenin yaşına ve cinsiyetine bakmadan acımasızca gençleri ve yaşlıları kesiyorlar ve hamile anaların karınlarından daha doğmamış çocukları koparıp alıyorlar!”
1500’lü yıllarda 1.000’den fazlası Almanca olmak üzere, 2.500 civarında yayın yapılmış, bunların pek çoğunda yukarıdaki gibi Türk düşmanlığı ve kini ön plana çıkarılmıştı. Yahudilere olan düşmanlığın da ön plana çıktığı o dönemlerde, Martin Luther’in en yakın yardımcılarından Philipp Melancthon’un, “Kızıl Yahudiler” olduğunu ileri sürdüğü Türkler de, Yahudiler gibi erkek çocuklarını sünnet ettiriyor, birçok Yahudi geleneklerini sürdürüyorlardı. Türklerin kökenleri ilgili tüm tezlerin ortak paydasında askeri güç ve gaddarlık vardı.
Avrupa’nın batısında olduğu gibi, Rusya’da da Türkler hakkında yazılan kitaplarda, Türkler için “kafa kesen, kan döken” imajı verilmektedir. Ya da “Türk gibi kafası çalışmayan, alık” anlamı yakıştırılmış. Rus-Türk itimatsızlığının kökleri sadece iki ülkenin özellikle XVIII. ve XIX. Yüzyıllarda yoğunlaşan karşılıklı savaşları değildir. Bunlar da etkili olmakla birlikte, Rusları Türkleri düşman olarak görmeye iten asıl etken, Türklerin Ortodoks Rusların gözünde “affedilmez” bir günah işleyerek İstanbul’u fethetmiş olmalarıdır. Üstelik bu fethin ardından Ortodoksların en kutsal kiliselerinden Aya Sofya (Hagia Sophia) cami haline getirildi. Hıristiyanlığı “Bizans”tan öğrenmiş olan Rusya Ruhban sınıfı, Bu durumu yüzyıllar boyu hazmedememiş, içlerinde besledikleri bir kin ve nefret kaynağı haline getirmişlerdi. Halen Rus Ortodoks kiliselerindeki kıyafetlerden seremonilere kadar hemen her şey “Bizans” kopyalıdır. “İkinci Roma” olarak kabul ettikleri İstanbul’un “kafir Türkler”den geri alınması yüzyıllardır dini ve milli bir amaç olarak yaşamıştır. Rusya milliyetçiliğinin temelinde Ortodoks inancının yattığı ve bu inancın panslavizmi doğurduğu, panslavizmin de Balkanlarda Rusya’nın Türklere karşı yaptığı en amansız mücadele olduğu ileri sürülmektedir. Bu sebepledir ki Çarlık Rusya, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’yla Osmanlı topraklarındaki tüm Ortodoksların hamisi olma iznini koparmıştır. Zira onlara göre Üçüncü Roma, Moskova’dır. Bundan sonraki hamle ise İstanbul’u yeniden ele geçirerek, yeniden Ortodoksluğun merkezi yapmaktır.
Kilise, Türkler hakkındaki propagandalarında aklın sınırlarını zorlayan yalanları sıralamaktan geri kalmıyordu. Hatta bu maksatla sözde “Türk duası”nı öğrenmişler ve bu uyduruk Türk duasında sözde, “Allah’a Hıristiyanları yok etmesi, onları ezmesi, kanlarını içmesi, hatta onları yemesi” için yalvarılıyordu. “Zalim Türk savaşçısı” imajına onun zalimce duaları da uyuyordu. Müslümanlar, Hıristiyanlığı ve onun kutsal değerlerini bozan insanlar olarak gösteriliyor, Müslümanların tanrısının “insan yiyici” özellikler gösteren bir varlık olduğu ileri sürülüyordu. Türkler, dualarında bile alçakgönüllü olmayıp, sadece yıkıcı idi. Bu duruma sadece “siyasal, dinsel ve sosyal” birlik oluşturabilen Hıristiyanlık bir son verebilirdi. Bu husus XVI. yüzyılda Kilise’nin tüm vaazlarında, dualarında ve çağrılarında yer aldı. Türk tehlikesinin ortadan kaldırılması ile özellikle de zanaatkarların, çiftçilerin ve burjuvazinin sınıf düzenine dayanan bir toplum halinde kazanılması hedef alınmıştı. Bu propaganda amacına ulaşmaya başlamış, kadın ve erkek tüm Alman Hıristiyanlarının dualarında; “Senin o en kutsal adının nesiller boyundan gelen zalim ve kökten düşmanını gör; Türk, komşu ülkelerin sınırlarından korkunç bir biçimde girdi, senin Hıristiyanlarının kanını kılıçla, haydutlukla, cinayet ve ateşle su gibi akıttı ve pek çok zavallı Hıristiyan’ı, özellikle küçük çocukları Muhammed’in zalim eğerine boyun eğmeleri için tutsak edip götürdü; amacı böylece Muhammed’in Alman milletinin, bizim sevgili vatanımıza girmesini ve senin mirasını yemesini sağlamaktı!” ifadeleri yer almaktaydı.
Bir Batılı araştırmacıya göre; Avrupa’da “reform” dönemi başladığında reformistler, korku salan Türklerle güç politikası açısından değil, dini nedenlerle ilgileniyorlardı. Martin Luther, “Türkleri Tanrı’nın insanlara dinsel otoriteden ayrılmaları için verdiği bir şans” gibi görüyordu. Osmanlılar ne kadar zalim olurlarsa, o kadar çok insanın günah çıkartarak gerçek Tanrı’ya dönüyordu. Hem Protestan, hem de Katolik kiliseleri, farklı nedenlerle kendi dindarlarının Türklerden korkmasını ve dehşete kapılmasını istiyorlardı. “Zalim barbar Türk” imgesi, Katolik kilisesinin bütün sınıfları kapsayan birliğini ve yönetici işlevini yeniden kurabilmek için bilinçli olarak yapılıyordu. Dış düşman üzerinde dikkatlerin toplanmasıyla iç dinsel ve siyasal gerilimler bir süre için arka planda kalıyordu. Bütün insanlığı tehdit eden bir unsur olarak ele alınan Türk imajı, din adamları tarafından uzun bir süre bu halde muhafaza edilmişti. Türkler hakkında yapılan akıl almaz propagandalar, Türklerin 1683 yılında Viyana kapılarından dönmesiyle ve “Türklerin yenilmez olduğu” düşüncesinin yıkılmasıyla değişmeye başladı. Türkler, bu tarihten itibaren artık “panik yaratıcıları” değillerdi. Ama, “zalim Osmanlılar” ya da “zalim Türk” imajı Hıristiyan toplumların bilincinde yerleşmişti bir kere…
Sonuç
İstanbul’un fethi, Türkler ve Müslümanlar açısından son derece önemli olduğu gibi, Türklerin Anadolu’da kalıcı olmalarının da bir sebebiydi. Üç kıtayı birleştiren deniz yolları üzerindeki dünyanın en güzel ve büyük metropollerinden İstanbul’un fethi, Türklere yeni zihinlerden kazınılması güç düşmanlar da kazandırdı. Bu bölgede barınabilmek için mutlaka “güçlü” ve “birlik” içerisinde bulunulması gerektiğini gösterdi.
İstanbul’un fethinin Hıristiyan dünyasında tamiri onarılmaz bir hasar bıraktığı, belki de yüzyıllarca Türkler tarafından fark edilmedi. Oysa hala bilinçli ve pek çok Avrupalıda “bilinç altı” bir “Haçlı” zihniyetinin altında yatan gerçek budur. Bu bilgiler ve gerçekler aklın bir köşesinde yer almak suretiyle Batı ile olan uluslararası meselelere yaklaşılması uygun olacaktır.
Öte yandan, İstanbul’un fethiyle ilgili kutlamalara devlet yerine bölgedeki sivil toplum kuruluşlarının “şenlik” havası içerisinde yaklaşması, Hıristiyan dünyasında yaratılan travma etkisini azaltabilir. Aksi halde Müslüman-Hıristiyan çatışması körüklenmiş olacaktır.
NOT: Bu makale 28 Mayıs 2010 tarihinde TÜRKSAM Web sayfasında yayınlanmış, günün önemi dolayısıyla yeni tarihle siteye konmuştur.
DOÇ. DR. CELALETTİN YAVUZ / TÜRKSAM