Türk tarihinde siyaset ile bürokraside yabancılaşma ve kimlik inşası ile rejim değişikliği
Selçuklular İran ve Irak’ı kontrollerine geçirerek büyük bir imparatorluk kurdular. Abbasilerin son dönemlerinde geliştirilen yönetim ve siyaset kurumlarını aldılar. Sasani ve Bizans etkisinde gelişen bu kurumların işletilmesini de İran asıllı yöneticilere teslim ettiler. İran asıllı bu yöneticiler zamanında geleneksel Türk yönetimi yerini tamamen eski İran saltanat usullerine bırakmıştır. Hâlbuki İslamiyet’in yayılış sürecinde en büyük direnci İran göstermiştir.
İran’ın Fars kimliği ağır basan ve Perslere kadar uzanan derin bir bürokrasi geleneği mevcuttur. İran’da Selçuklu, İlhanlı, Timurlu, Safevi, Zend, Kaçar ve Pehlevi hanedanları boyunca devamlılığı sağlayan ana faktör bu Fars bürokrasisi olmuştur. İranlıların, Arap kültür etkisine direnişi dikkate şayan bir noktadadır.
İslam fetihlerinden sonra Arapların üstünlüğü görüşüne karşı olanlar, “şuubiyye” adıyla teşkilatlanmıştır. Şuubiyye taraftarlığı, İran’da milli kültürün ve milli dilin korunup gelişmesinde çok etkili olmuştur. Bir feodal yapının ve bunun yanında bir bürokratik sınıf başlangıcının bunduğu İran’da İslamiyet şuubiyye direnciyle karşılaşmıştır. Bu direncin İslam toplumlarındaki izi, sonraki dönemlerde bürokratik anlayışın kabul edilmesine sebep olmuştur. Selçuklu döneminde İrani/Fars bürokrasisinin de işin içine girmesiyle Türk tarihinde Oğuz-Türkmen (yöneten-yönetilen) ikiliğinin doğmasına ve gelişmesine yol açtığı görülüyor. Yabancılaştırılan yönetim bürokrasisi, Fars kültürünü ve dilini edebiyat dilini Türk halkına karşı özellikle öne çıkarırken, ötekileştiren bazı Türkmen unsurlarını da yine Farisi emperyalizminin siyasi-dini ideolojisi Şiilik yönlendirmeye başlamıştır. Selçuklu ve Osmanlı tarihi boyunca bürokrasi, yönetici elit, bizde Türk halkına karşı itici. Ötekileştirici olurken, İran’da bütünleştirici ve yayılmacı olmuştur. Osmanlı’nın gittiği her yere İslam’ın Sünni yorumuyla gitmesi, ancak merkezi yönetimi teslim ettiği gulam/köle devşirme bürokrasisinin “heterodoksi”ye yönelmesi bugün bile üzerinde durulması gereken bir, Orhan Türkdoğan’ın izahı ile “cemaat dışılık” paradoksudur. Heterodoksi genel olarak “Bâtınilik” ve özel olarak “Rafızîlik” kavramı içindedir. Heterodoks unsurların devletle çatışması, değişik vesilelerle günümüze kadar uzanmıştır.
İlginçtir, Osmanlı Türkiye’sinin parçalanmasında büyük rolü olan Robert Kolej’in yapıldığı alan bir Bektaşi tekkesinin arazisidir. Bu seçimin tesadüf olduğu söylenemez. Ötekinin inşasında Bektaşi tekkesi ile Robert Kolej arasında doğrudan bağlantının olduğu açıktır. Burada şu çıkarıma varabiliriz: Türk tarihinin ana problematiklerinden biri devletin kurucu unsuru Müslüman Türklerin devşirme yönetici zümreyi yani üstbürokrasiyi yönlendiremez hale gelmesidir. Açıkçası İngilizcedeki “out of control” (kontrol dışı) diye tanımlanacak bir durumla karşı karşıya kalınıyor. Büyük Selçuklu devletinden Cumhuriyet Türkiye’sinin bugününe kısa bir göz atarsak şöyle bir fotoğrafla karşılaşırız.
Büyük Selçuklu devletini kuranlar Oğuz Türkleridir. Oğuzlar yönetimi Farisilere vermiş, Farsçayı devletin resmi dili olarak kabul etmişlerdir. Ancak sonradan göç eden Türkmenler merkeze sokulmayıp çevrede bırakılmışlardır. Aynı durum Anadolu Selçuklu devletinin kurulmasından sonra da bire bir aynıdır. Bu durum Türk tarihinde önce merkez (Oğuz) ve çevre (Türkmen) ikiliğinin doğmasına sebep olmuştur. Osmanlı devletinin kuruluşu ile Oğuzlar merkezi ellerinde tutarken, Türkmenler yine çevrede kalmıştır. Ancak merkezdeki Oğuz’un yalnız kalması ve/veya yalnızlaştırılmasıyla Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u 1453′te fethinden sonra merkez tam manasıyla devşirme elitlerin eline/kontrolüne geçmiştir. Bu süreç Atatürk’ün Cumhuriyet Türkiye’sini kurmasıyla kırılmış, ancak 10 Kasım 1938′den itibaren yeniden cumhuriyetin yönetim ve ekonomi mekanizması devşirme/dönme elitlerin kontrolüne girmiştir. Bu sonuç İslami tarikat ve cemaatlerin çoğu için de geçerlidir.
Tarihi süreç içinde merkez-çevre ikilemi ve gerginliği, bazı Türkmenlerin Şiileşmesinde veya Alevileşmesinde etkin olmuştur.
Bu durum Türk tarihinde büyük sapmaların doğmasına, kimlik aşınmasına yol açmıştır. Osmanlı’da “bürokrasi-reaya”, Cumhuriyet Türkiye’sinde “bürokrasi-halk” çatışması olarak belirginleşen çatışan tarafların uçları, giderek merkez-çevre denkleminin tabii bir sonucu olarak çevrenin Bâtıni tarikat ve cemaatlere itilmesine yol açmıştır. Bu süreçte merkezi kontrol eden devşirme unsurlar ise bir başka “Bâtıni-laik” heterodoksinin veya senkretik (bağdaştırılmış) bir inancın mensuplarıdırlar. Çevreyi oluşturan Türk Müslüman ahalinin Bâtıni tarikat ve cemaatlere yönelmesinin en önemli sebebi iktisadidir. Bunun en bariz örneği Celali isyanları, önü ve sonuyla 200 yıllık Osmanlı-Türk tarihindeki Bâtıni tarikat ve cemaatlere yönelimdir. Cumhuriyet Türkiye’si 24 Ocak 1980 neoliberal iktisat politikalarına dönüşümün etkisi, 12 Eylül 1980 askeri darbesi, 1994, 1999 ve 2001 sermaye tabanlı krizler ve 28 Şubat 1997 post-modern darbesiyle yeniden benzer bir süreci yaşamaktadır. Bu süreç 3 Kasım 2002 seçimlerinden itibaren hızlanarak devam ediyor. Tedbirler alınmadığı takdirde Türkiye Cumhuriyeti bu sürecin sonunda bölünebilir.
Etnik anlamda değerlendirdiğimizde, merkez-çevre çatışmasının sebep olduğu sapma ise Osmanlı Türkiye’sinde şöyle bir görüntü veriyor. Padişah Türk, ilmiye kısmen Türk ama 16.yüzyıldan itibaren cahil ve Enderun siyasasının elinde oyuncak ve her türlü suiistimale bulaştırılmış, bulaşmış durumda. Askeri ve sivil bürokrasi tam anlamıyla, çoğunlukla devşirme ama padişahın “köleleri” ve Türklükle birlikte algılanıyor. Bu durum çevrenin giderek Kürtleşmesine, Araplaşmasına, Dürzileşmesine ve Farisileşmesine yol açmıştır. Mesela Karamanlı Beyliği’nin yıkılmasından sonra ortaya çıkan tablo tam anlamıyla faciadır. Beyliğin dayandığı Bayburtlu ve Turgutlu aşiretleri, Osmanlı’nın eline geçen Karaman’ı terk ederek İran’a gitmiş, burada Safevi devletinin temelini oluşturmuştur. Karamanoğullarının Anadolu’da kalan bazı aşiretleri de Bektaşiliğe yönelmiştir.
Bütün bunlar bize, insanların ve toplulukların inançlarını ve etnik kimliklerini, sadece biyolojik/kan kökenleriyle değil, çatıştığı/yanında olduğu ana unsurların karşısında/beraber oluşa göre de şekillendirdiğini/belirlediğini göstermektedir. Yani ötekinin inşasına göre, kendi dünya görüşünü inşa etme. Buna “tersine iman sahibi olma” ve “tersine kimlik inşa etme” de diyebiliriz. Şeyh Sait’in torunu Abdülmelik Fırat ölmeden önce bir gazeteye verdiği mülakatta uzun uzun Kürt kimliğini savunduktan sonra, mülakatı yapan gazeteciyi ve okuyan pek çok kişiyi şoke eden şu tespitte bulunuyordu: “Türkler ile Kürtler arasında hiçbir mesele çıkmaz, var olduğu sanılanlar anında çözülür. Ama Türkiye’yi Türkler idare etmiyor ki!”
Osmanlı Türkiye’sinin iktisadi, siyasi, dini, kültürel ve toplumsal meselelerin temel sebebi ne ise Cumhuriyet Türkiye’sinin de aynıdır.
Siyasal bunalım, fertlerin siyasi, iktisadi ve sosyal sisteme yabancılaşması ile kuralsızlık, anlamsızlık, mecalsizlik, sosyal tecrit vb. gibi farklı şekillerde ortaya çıkmaktadır. Cumhuriyet Türkiye’si bunu 75 milyon insanının % 99′u ile yaşıyor.
Milletin bütününün, milli ve dini kimliğine yabancılaşmış kişilerde, hedonist (zevkçi) dünyevi temayüllerinin yaygınlaşması olağandır. Gulam/köle-devşirme Osmanlı Enderun siyasasının asker-sivil bürokrasisi kendi öz kimliğinin /saklı kimliğinin ifadesini heterodoks sufi hareketler içinde bulmuştur. Bektaşilik, Melamilik, Mevlevilik gibi heterodoks tarikatlar, yabancılaşmış bürokrasinin, elitlerin hedonist hareket ve hayat anlayışını sindirebilecek esnekliktedir. Böylece yönetici ve iktisadi elit, bürokrasi, Türk milletinin temel değerlerine ve devlete muhalefetini, dinin içinde olduğu izlenimini veren “sufi tarikatlarda kurumlaştırır.” Nakşibendîlik elit heterodoks tarikat mensuplarını bünyesinde en çok gizleyen, barındıran tarikat olmasıyla Türkiye açısından çok detaylı bir şekilde ilmi incelemeyi gerektirir. Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiye’sinde İslam’ın içinde görünerek İslam toplumundan sıyrılabilmenin bir tek yolu alternatif sûfi örgütlenmelerdir. Yani alternatif bir İslami toplum kurmaktır.
Sûfilik, bunun yollarından biri olmuştur. Nitekim Osmanlı Türkiye’sinde ülke coğrafyasının temel kurumlarından olan tekkelere Bâtıni sızmalar olmuş ve zaman içinde bozulmuştur.
Tekkelerin Osmanlı devletindeki nüfuzundan faydalanarak menfi fikirlerini yaymak isteyen ibahi ve Bâtıni zümreler, “dai” adı verilen propagandacılar ehlisünnet tarikatları içine sızmışlardır. Dailer yani Bâtıni ve ibahi propagandacılar, bu usulle tarikatlara ustalıkla girmişler ve kendi inançlarının pek çoğunu, o tarikatlara ait prensiplerindenmiş gibi göstermeyi başarabilmişlerdir. Bugün Cumhuriyet Türkiye’sinde de boy gösteren bu alan Osmanlı Türkiye’si içinde pek çok olaya sebep olmuştur. Tekke ve medreselere sızan Hurufilik Yahudi mistisizmi Kabala’dan esinlenmektedir. Ebced/cifr hesapları, rüya bazlı kehanetler şeklinde zuhur eden ve müritlere/çevreye aktarılan bu Bâtıni inançlar İslam ve Türkiye’nin milli güvenliği açısından ciddi tehdit unsurudur. İslam’ın içinde olduğu izlenimini veren heterodoks tarikatların önde gelenleri özellikle Nakşibendîliğin Halidi kolu içinde rahatça kimliklerini gizlemektedirler. Günümüzde siyasi ve iktisadi olarak güçlenmişlerdir. Basını tamamen kontrol eder duruma gelmiş olup hedefleri Cumhuriyet Türkiye’sinde rejim değişikliğine gitmektir.
KAYNAKÇA
Şerif Mardin, “Din ve İdeoloji”, İletişim Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 1983, s. 69.
Şerif Mardin, a.g.e, s. 58.
İrfan Gündüz, “Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri”, Seha Neşriyat, İstanbul 1984, s. 170.
İrfan Gündüz, a.g.e, s. 82.
RAMAZAN K. KURT
ORTADOĞU