Haçlı Seferi ve “Demokrasi” sevgisi
ABD ve müttefikleri Libya’ya saldırıyorlar. Devreye ABD emperyalizminin işgal örgütü NATO’nun girmesi, kara harekâtının uzak olmadığını gösteriyor. Libya’nın petrol kaynaklarına el koymak için bir araya gelenler, ağızlarından salyalar akıtarak, ellerini ovuşturarak, Kaddafi sonrasını hesaplıyorlar. Emperyalizmin uzantısı, işbirlikçisi olan, onun sofra artıklarıyla beslenenler de sıraya girdiler. Pastanın büyük dilimini götüremeyeceklerini bildiklerinden, kırıntılara, tabağın dibinde kalanlara razılar.
Libya’ya yapılan saldırı sonrasında TBMM’deki üç büyük partinin işbirliğiyle çıkarılan tezkerenin ucu açık. Sadece gemi göndermek için çıkarılmadığı belli. Hükümete sınırsız yetki veren tezkereye, Libya’nın bombalanması, ülkeye asker çıkarılması, Mehmetçiğin çarpışmalara aktif olarak katılması gibi tüm izinler konulmuş. İçerikten süreye kadar tüm yetki hükümete verilmiş. Zaten NATO komuta merkezinin Napoli değil İzmir olması da hemen kabul edildi. Tezkereyi meşrulaştırmak için de “çok boyutlu katkıda bulunmak üzere” gibi yoruma açık bir ifade kullanıldı.
Keza “sivillerin korunması için her türlü tedbirin alınması”şeklindeki ifadenin varlığı, emperyalistlerin gerçekte işgal için yollayacağı birliklerin, “sivilleri korumak amacıyla yollandığı” yalanını söylemelerini kolaylaştırıyor. Oysa amaç yerin üstündeki insanları kurtarmak değil, yerin altındaki petrole el koymak.
Zira Libya dünyanın 17. ve Afrika’nın 3. büyük petrol üreticisi. Günde 1.6 milyon varil petrol üretiyor. Ürettiği petrolün dörtte birini Avrupa’ya satıyor. Petrolü tatlı, hafif, sülfür oranı düşük (yüzde 5’in altında) olduğu için benzin haline getirmek çok kolay. Bu yüzden de küresel piyasalarda tercih ediliyor. Libya’daki en faal şirketler İtalyan Eni ve İspanyol Repsol. Ayrıca İngiliz BP, ABD’li Exxonmobil, Hess Corp, Marathon, Conoco Philips, Occidental Petrolium, Shell, Avusturyalı OMV, Norveçli Statoil, Alman Wintershall de ülkede faaliyet gösteriyorlar. (“Neden Libya”, İstanbul Ticaret, 25.03.2011). Kimi gazeteler, ABD bankalarında 400 milyar dolar parası bulunan Libya’nın bu parayı çekmesine izin verilmediğini, ABD’nin, Libya’nın paralarına el koyduğunu yazıyorlar. Oysa Libya, geçmişte de ABD ile sorun yaşamış, bir süre sonra da uzlaşmıştı. ABD de Libya’ya, “paralarını çekme, yatırım yaparak değerlendir” demişti ve taraflar uzlaşmıştı.
Batılı başkentlerde Kaddafi’nin ne kadar direnebileceği üzerine papatya falı açılırken, ülkemizde de kimi sosyalistler, liberal solcular (ne demekse o) Avrupa’daki sol partilerin, sendikaların suskunluğuna şaşırıyorlar. Sosyete lokantalarında Deniz Baykal’ın eski çantacılarıyla, medyatik belediye başkanlarıyla, TÜSİAD danışmanlarıyla “sosyal demokrat parti” kurma pazarlığı yapan, ardından 10 Aralık Hareketi diye bir hareket başlatan, tutmayınca onu sonlandıran, Cumhuriyet mitinglerine katılmayı reddeden, bu nedenle selefinden azar işiten, şimdilerde de hiç utanmadan CHP’den aday olan, ancak partisinin yeni halinden bile daha sağda olduğu bilinen sendikacılar, AB’den “insan hakları” bekliyorlar. İktidarın yedek lastiği numaracı cumhuriyetçiler, hızlı liberaller ise Afganistan’a özgürlük, Irak’a demokrasi yağdıran ABD’nin, Libya’ya da insan hakları yağdırdığına inanıyorlar.
Bir yandan adaylık pazarlarken, bir yandan da aday adaylarından aldıkları paraları “yetmez ama evet” diye sayan siyaset esnafına sözümüz yok. Onlar en iyi bildikleri işi yapıyorlar. Ama solcu, ilerici, devrimci, sosyalist geçinenlerin ağızlarına “emperyalizm” kavramını almadan dünyayı tahlil etmelerine şaşırıyor insan. Ağzından “demokrasi güçleri”, “emek güçleri” gibi lafları eksik etmeyenlerin, içeride iktidara, dışarıda ise ABD ve AB’ye olan sadakatlerini görünce, cehaletle dönekliğin, sahtekârlıkla yağdanlığın birleşiminin ulaştığı boyut, kazandığı yaygınlık, edindiği güç karşısında üzülüyor insan. Demokrasi, özgürlük, insan hakları diye diye TBMM’ye giden (hem de genel başkanı olduğu partisinin başında değil, bir diğer partinin adayı olarak) bir milletvekilinin, terör örgütünün uzantısı olan partide siyasi hayatını noktalaması şaşırtıcı değil bizim için. Partisinin gençlik kolu üyeleri meclis önünde dayak yerken ABD başkanını ayakta alkışlaması, terör örgütü liderine arsasını tahsis etmek istemesi ve kravat şovu yaparak milletvekilliğine veda etmesi de öyle. Dönekliğin, liberalliğin, sivil toplumculuğun, kariyer hevesinin gereğiydi bunlar. Ama sendikal mücadelenin en ön safından, düzen partilerinin aday listesine atlayanlara bakınca, işçi sınıfı ve sendikal hareket adına hüzün duyuyor insan.
Tarih Bilmeden, Siyaset Yapmak
Kariyer meraklısı, koltuk sevdalısı, burjuva siyasetine tutkun sendikacılar, “sivil toplum aktivistleri” boylarından büyük “demokrasi güçleri, emek güçleri” gibi laflar edeceklerine, biraz tarih okusalardı, bu duruma düşmezlerdi. En azından emperyalizmin kendi saldırganlığına her türlü kılıfı bulmaya çalıştığını öğrenirlerdi. Örneğin, BM Güvenlik Konseyi’nin 1973 sayılı Libya’ya müdahaleye ilişkin kararında saldırıyı, “Libya hükümetinin sivilleri koruma sorumluluğu” gibi çok muğlâk bir ifadeye dayandırdığını görebilirlerdi. Yani, bu ifadeye dayanılarak, ülkesindeki isyanı bastırmaya çalışan herhangi bir hükümetin de “kendi halkını koruma sorumluluğunu yerine getirmemekle” suçlanabileceğini anlayabilirlerdi. Bu tür ifadelerle uluslararası toplumun harekete geçirileceğini, müdahale konusunda ikna edilebileceğini, kısacası minareyi çalanın kılıfını hazırlayacağını kavrayabilirlerdi. Ama ABD’den demokrasi, AB’den insan hakları beklemeye şartlanan şarlatanlar, emperyalizmin, askeri müdahalelerin, işgallerin altyapısını nasıl oluşturduğunu, bunları nasıl temellendirip, gerekçelendirdiğini türlü göremezler, öğrenemeziler, anlayamazılar.
Oysa bizimkiler haktan, hukuktan bahsederken Fransa İçişleri Bakanı, Libya’ya yönelik saldırıyı, “Haçlı Seferi” olarak niteliyordu. Bu sözleri, kimileri Fransız bakanın gerçekçiliğinin kanıtı, kimileri samimiyetinin göstergesi, kimileri itirafları olarak, kimileri de “ağzından kaçırdı, dili sürçtü” diyerek yorumlayabilirler. Kim ne derse desin bu sözler, çok önemli ve tarihsel bir gerçeğe işaret etmektedir. Ve ne yazık ki Türkiye “Ne işi var NATO’nun Libya’da?” diye celallendikten sonra, NATO öncülüğündeki Haçlı Seferi’ne deniz ve hava lojistiğiyle katılmıştır. Yakın gelecekte de kara savaşına katılması gündemdedir. Dost, kardeş, müttefik ve Müslüman Libya’da halkın başına “sivilleri kurtarıyoruz” gerekçesiyle NATO’nun bomba yağdırmasına “muhafazakâr, maneviyatçı ve mukaddesatçı” iktidar, “cumhuriyetçi ve halkçı” ana muhalefet ve de “milliyetçi” muhalefet destek vermiştir. Bir zamanlar meydanları Atatürk ve laik Cumhuriyet karşıtı sloganlarla inleten, Cuma namazı çıkışında ABD ve İsrail bayrakları yakan, ABD başkanlarının maketlerini parçalayanlar BOP ile birlikte mücahitlikten müteahhitliğe geçtiklerinden, hiç ortalıkta yokturlar. Amerikan destekli ılımlı İslam projesiyle Washington’un yıkım müteahhidi, taşeronu olmuşlardır. Ama onlardaki bu değişim, hayırlara vesile olmamıştır.
Dr. Barış Doster
İLK KURŞUN