Batı, Lozan’ın intikamını alıyor
“Şark Meselesi” yani Doğu Sorunu, emperyalizmin Osmanlı Devleti’ni tasfiyesi sorunudur. Bu emperyalist dayatma süreci Babı Ali’nin Sevr’i imzalamasıyla zirveye ulaşmış, Batı yıllardır yaşam destek ünitesine bağladığı “Hasta Adam”ın fişini çekmiştir. Anadolu Hareketi ise Sevr’i savaş ve devrimle yırtmış, Lozan’la cumhuriyeti bağımsız, egemen, eşit bir devlet olarak diplomasi arenasında tescil ettirmiş, Şark Meselesi’ni sonlandırmıştır. Almanya Versailles (1919), Bulgaristan Neuilly (1919) ve Macaristan Trianon (1920) antlaşmalarına uyarken, Marco Polo’dan bu yana Anadolu’da yaşayanlara “Türk” diyen Batılılar, bu topraklardaki Türklerin devletini, Türkiye Cumhuriyeti adıyla tanımak zorunda kalmışlardır. Lozan’a “Türkiye’nin tapu senedi” denmesinin nedeni budur.
Lozan müzakerelerine, Birinci Dünya Savaşı’na katılan ülkeler katılmıştır. Ama karşımızdaki en büyük düşman İngiltere’dir. Görüşülen konuların ezici çoğunluğunun Birinci Cihan Harbi’yle ilgili olmasının nedeni, bu harp ile Kurtuluş Savaşı’nın bir bütün olmasıdır. Nitekim İsmet İnönü, Türkiye’nin, herkesin 1918’de bitirdiği savaşa 4 yıl daha devam ettiğini söylemiştir. Türkler açısından Birinci Dünya Savaşı’nı resmen bitiren antlaşma, Kurtuluş Savaşı’nın sonrasında imzalanan Lozan Antlaşması’dır. Kaldı ki devletler hukukuna göre de savaşların bir barış antlaşması ile sonlandırılması gerekir. Zira devletler fiilen savaşmasalar bile hukuken savaş sürer. Nitekim İstanbul Hükümeti Sevr’i imzalamasına karşın Ankara Hükümeti onu reddettiği, imzalayanları vatan haini saydığı, savaşı sürdürdüğü için, Kurtuluş Savaşı, Birinci Dünya Savaşı’nın Anadolu topraklarındaki devamı sayılır.
Kimileri Kurtuluş Savaşı’nı basit bir Türk- Yunan savaşı olarak göstermeye çalışsalar, antiemperyalist bir savaş olmadığını söyleseler de Milli Mücadele antiemperyalist bir bağımsızlık savaşıdır. Bu sadece Türkiye’deki tarih yazımında değil, İngiliz belgelerinde de Sovyet belgelerinde de böyledir. Lord Curzon da Lenin de kendi açılarından Anadolu’daki mücadelenin bu yönüne dikkat çekmişlerdir. Lozan’da en sert müzakere konusunun kapitülasyonlar olması, Milli Mücadele’nin emperyalizm karşıtlığını kanıtlar. Lord Curzon’un, kapitülasyonların çift taraflı antlaşmalar olduğuna dikkat çekip, bunların tek taraflı irade beyanıyla kaldırılamayacağını, her iki tarafın da rızasının gerektiğini söylemesi, savaşın antiemperyalist karakterini gösterir. Lozan müzakerelerinin başında, İngilizlerin galip devlet sıfatıyla, açılış konuşması yapmak istemelerinin nedeni, Birinci Cihan Harbi’nin hesabını kapatmak istemeleridir. İsmet Paşa’nın ısrarla, “Biz buraya mağlup devlet olarak değil, galip devlet olarak geldik” demesi sonucunda hem İngiltere hem de Türkiye açılış konuşması yaparlar. İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’un, “İsmet Paşa Lozan’a bir elinde Misak-ı Milli, bir elinde kılıçla geldi” şeklindeki sözleri, İnönü’nün inatçılığının yanında, İngiltere başta olmak Türkiye karşıtı cephenin kimyasını ve aralarındaki uyumu nasıl bozduğunu ortaya koyar. Nitekim Lord Curzon’un genel af, tazminat, Müslüman azınlık yaratma, iktisadi ve adli kapitülasyonların devamı, adeta Osmanlı millet sisteminin sürmesi yönündeki hevesleri kursağında kalmıştır. Azınlık statüsü, Müslüman olmayan yurttaşlarla sınırlı kalmıştır. Kapitülasyonların kaldırılmasına en şiddetli tepkiyi veren ülkenin ise birlikte savaştığımız, ordularımızın komutasını verdiğimiz Almanya olması, Osmanlı’nın nasıl bir boyunduruk altına girdiğinin delilidir.
Lozan müzakereleri kesildiğinde Mustafa Kemal Paşa Avrupa basınına verdiği demeçlerde, Misak-ı Milli’yi gerekirse silahla hayata geçireceğimizi söyler. Savaşa devam etme kararlılığını vurgular. Gerçekten de ordu terhis edilmemiş, yeniden savaş düzenine geçmiştir, özellikle Ege’de. Atatürk, basın üzerinden Avrupa’yla psikolojik savaş yapmıştır. İtalya ve Fransa’nın çekildiği, Yunanistan’ın tükendiği bir dönemde, yeni bir savaşın Türkiye ile bizzat İngiltere arasında olacağını bilen Atatürk, Londra’nın yeni bir savaşı göze alamayacağını, emperyalist merkezlerin kendi aralarındaki çelişkinin derinleştiğini görmüştür. Lozan’daki baş müzakereci İsmet Paşa’yı, kapitülasyonlar ve Ermeni yurdu konusunda en küçük bir ödün vermemesi için uyaran Atatürk, azınlıklar için de mütekabiliyet yani karşılıklılık ilkesinin gözetilmesini istemiştir. Devletler hukukunda genel kabul görmüş bir azınlık kavramının olmadığını bilen Atatürk’ün kafasında, koşullar uygun olduğunda Medeni Kanun’u hayata geçirmek vardır. Nitekim 1926’da Türk Medeni Kanunu kabul edilmiştir. Lozan, çok hukukluluğu terk ederek, Sevr’in dayattığı dil ve soy azınlıklarını reddederek, tüm yurttaşlar için geçerli olan Medeni Kanun’a da zemin hazırlamıştır. Nitekim kısa süre sonra cemaatlerin kendileri bu alandaki azınlık statüsünden vazgeçmişlerdir.
Milli Mücadele başlarken Osmanlı’nın 300’den fazla generalinden 10 kadarının Anadolu’ya geçmesi, o ulusal ve kutsal kavgaya inanmayanların inananlardan fazla olduğunu kanıtlar. Peki, Atatürk’ün Nutuk’ta en hain dimağların mahsulü olarak nitelediği Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın, Osmanlı borçlarını ödemeyi sürdüren, Osmanlı gümrük mevzuatından tam kurtulmamış savaş yorgunu bir cumhuriyette, iç ve dış transit ticarete sınırsız serbesti getirmek istemesi nasıl açıklanabilir? 1911- 12 Trablusgarp Savaşı, 1912- 13 Balkan Harpleri, 1914- 18 Birinci Dünya Savaşı ve 1919- 23 İstiklal Harbi’ni yaşayan bir halktan gümrüklerin indirilmesini, yabancı sermayeye her türlü serbestliğin tanınmasını, ademi merkeziyetçiliğin esas alınmasını istemek nasıl izah edilebilir? 1924’de kurulan bu muhalefet partisi, evlere İngiliz ve Yunan bayraklarının asıldığı 1918 işgal İstanbul’unu ne çabuk unutmuştur. 1919’da Erzurum Kongresi’nde alınan, “azınlıklara ulusal yapıyı bozucu ayrıcalıklar verilemez” hükmünden hiç mi ders almamıştır? Osmanlı Devleti’nin çıkardığı, yabancıları da kapsayan ve “suç işleyenlerin tutuklanacağını” öngören kanunun İngiltere’nin baskılarıyla iptal edildiğini nasıl unutmuştur? Ve en önemlisi bu “unutkanlıkta” Londra’nın parmağı var mıdır?
BARIŞ DOSTER
İLKKURŞUN