Kıssa ve Hisse
İşgal ya da diktatörlük… Sokaklar, alanlar, kurumlar zapt edilmişse, iyiyi kötüden ayırmak kolay mı? Kimin kimi hangi gerekçeyle ve hangi karanlık gecede iki satırla ihbar edeceği ya da ettirileceği belli olur mu?
Üniformalıları anlamak kolay; sivil kılıklı görevlileri de belki; ama sıradan muhbiri nasıl bileceksin?
Yüzyıllar boyunca yanıtlanamamış olan bu sorular beni alıp geçmişe götürdü. Kendi yazdığım satırlardan ders çıkarmaya çalıştım. Belki okura da yararı olur, diye kısaltarak aşağıya alıyorum:
“Seyahat evrakı tamam! Reşat Paşa vapuru yarın akşam 5.30’da Karaköy’den demir alacak. Biletler gazetenin birbirine yapışık iki yaprağı arasında.”
“Sağ ol İhsan! Bir çıkabilseydik şu İstanbul’dan…”
“Sen kavgaya atılıyorsun! Bizse burada alçakların içinde, aklımız cephelerde, sürünüp duracağız!”
“Cephede olmak kolay; atarsın, vurursun, vurulursun. Düşman karşındadır; ama siz burada düşmanın içindesiniz. Tehlikenin nereden ve kimden geleceğini bilemezsiniz. Adımınızı attığınız her sokak bir cephe, bir mayın denizi…”
(Ulus Dağı’na Düşen Ateş’ten)
Rıhtımda ilk adımlarını ürkekçe atan yolcular, işgal askerlerince denetim noktasına yönlendiriliyorlardı. Neyse ki, yol boyunca cebindeki tüccar kimliğine uygun davranarak yeni bir kişilik benimsemişti. Vapurdan inince elinde çanta, başı yukarıda, kalabalığa biraz da üstten bakarak, askerlerin arasından süzülüp çıkmıştı.
İstanbul’da gökyüzü aynı gökyüzüydü, Eminönü Camisi’nden boğaza doğru yayılan ezan da aynı ezandı; ancak kaldırımlar aynı değildi. Kısa kamçılarını koltuklarına sıkıştırmış, sarışın yüzlerine ciddi bir görünüş vermek için soğuk bakışlarla çevreyi gözetleyen parlak kasketli İngiliz subaylarının cilalı çizmeleri göğsünün üstüne basıyormuş gibi gelmiş, yüreği sıkışıp kalmıştı.
İstanbul’da yenilgiyle sonuçlanan savaşların ardından bile, bu denli yoğun bir sessizliğe rastlanmamıştı. Kalabalık yine aynıydı, ama ses çıkmıyordu.
Arada bir şen şakrak gülüşmeler de duyulmuyor değildi. İstanbullu Rumlar gereğinden yüksek sesle konuşuyor, kahkahalarını abartıyor, sağa sola, “Artık bizim borumuz ötecek, bu böyle bilinsin!” der gibi bakıyorlardı.
Rumcaya, az da olsa keyifli Türkçe sesler de eşlik ediyordu. Bunlar, parlak feslerinin altındaki bakımlı yüzlerinde en küçük bir üzüntü gölgesi görülmeyen adamlardı. “Saray adamları ya da muhbir olmalılar, keyifleri yerinde!” diye düşünmüştü.
Sarıyer’e doğru ilerleyen vapurdaydılar. Emniyet Umum Müdürlüğü’nde çalışan İhsan’la, vapurun arkasındaki demirlere kollarını dayayıp denizde oluşan köpükleri izlerlerken fısıldaşmışlardı:
Not:
Sıkça sorulduğu için açıklamak zorundayım: Her alana toplananı “halk” sanmak kolay! Din kitabı arkasına saklanmış kelle avcısı diktatörlük heveslisi örgütlerin iktidara taşınması, Şia yayılmacılarının vurucu gücü olmaları ne zamandan beri “devrim” oluyor? Tahran diktatörleri 30 yıl önceden ilişki kurup yönlendirdiği, eğittiği, para-silah verdiği örgütlerle çevre ülkelerde şimdi darbelere kalkışıyor.
“Sevgili Kardeşim” dediği Ahmedinejad’la buluşan Cumhurun Reisi çok doğru söylüyor: “Yönetimlerin yapamadığını ‘halk’ yapıyor!” Türkiye’de de olur mu? Yanlış sorular, doğrultalım: Hangi halk? Türkiye’de devlete, eğitime, güvenliğe-mahkemelere, bankalara, piyasaya, mahalleye, egemen olanlar kim?
MUSTAFA YILDIRIM
FBKG