Kemalist İlkeler Laiklikten İbaret Değil!
Gelen eleştirilerin çokluğu, aslında ne kadar haklı olduğumuzun kanıtıdır. Biz öncelikle kendilerine Atatürkçü deyip; amma velâkin sadece ve sadece ‘laik’lik penceresinden olaylara bakanlarla, gerçek altı ok’çuların birbirlerine karışmalarını ya da karıştırılmalarını engellemek için yazıyoruz. Bize olan saldırıların nedenlerini ve tetikçileri üzerimize salanları çok iyi biliyoruz; bunlar çürümüş sistemin Atatürkçüleridir! Çünkü bu güruh, giyip-kuşam Atatürkçüsüdür! Bu güruh; PKK’lı itler Habur kapısından ellerini kollarını sallayarak içeri girerken; İstiklal’in arka sokaklarında ya da Nevizade’de rakı-balıklarını tıkınmakta bir beis görmezken, AKP’nin seçimlere yönelik taktiği olan ve her önemli olay arifesinde yaptığı içki ile ilgili provokatif söylemlere karşı gösterdiği inanılmaz tepkileriyle herkesçe iyi bilinir. İşte sadece ve sadece içki içmek ve ‘yaşam standardını korumak’ üzerine kurulu olan bu tepkiler halkın üzerinde ters etki yaratarak oyların AKP ve benzerlerine akmasına vesile olur! Bu ‘’tezgâh’’ her daim aynı şekilde tekrarlanır!
Yakın zamanda ‘Cumhuriyet Mitingleri’nde oynanan oyun tamamen bu ‘laik’ Atatürkçülerin eseridir! Bu cenah’ın meşhur sözü; ‘’Ne Şeriat, Ne Darbe’’ aslında bu mitinglerin sonu olmuştur. Buradaki ’darbe’den kasıt aslında ‘devrim’dir!
Yani bu kesimin ‘devrim’le filan işi yoktur; düzen çürümüş, düzen kokmuş olsa da müdahaleye gerek duymazlar; tek dertleri, ‘yaşam kalitesi’ dedikleri ‘batı’ menşeli değer yargılarına dokunulmadan kaldıkları yerden devam edebilmelerini sağlayacak bir anlaşmadır! Bu anlaşmada taraf kim olursa olsun onlar için değişmez, onlar için varsa yoksa ‘yaşam standartları değişmesin’; gerisi pek önemli değildir! İşte bu yüzden biz bu kesimin üzerinde çok duruyoruz… Halkımızın bunları ayırması ve gerçek Atatürkçülüğün bu olmadığını görmesi için!
Bu yazıdan bir önceki yazıda bir okur, Bekir Coşkun’a saldırdığımı ve onun üzerinden prim yapmaya çalıştığımı söylemiş ve aynı okur, Figen Özen Hanım’ın yazısına da olumlu yorum yapmış; oysa Figen Özen Hanımefendiyle ayrı düştüğümüz hiçbir nokta olmamasına rağmen iki farklı yorum yapabilen bu okur, belki art niyetli olmayabilir; ama okuduklarını tam özümseyemediği açık. Bekir Coşkun’u eleştirdik, neden? ‘’Orta Asya’yı Türkler kuruttu, sıra Anadolu’da’’ dediği için! Ve yazı ‘Türk’ öznesiyle değil ‘insan’ ortak öznesinde yapılmış olsaydı altına imza atacağımızı da belirttik! Zira tüm insanlık suçlarını Türkler’in üzerine boca etmenin bu davaya bir fayda sağlamayacağı açık! Ben de bir Türk olarak öz savunmamı yaptım! Aynı okur ‘’Ne Mutlu Türküm Diyene’ cümlesinden hareketle orada kastedilenin Türk olmak değil, Türküm diyebilmek olduğundan dem vurarak bizi ve Feza Tiryaki Hanım’ı Kemalist olmamakla suçlamıştır! Evet orada Türk olmaktan değil Türküm diyebilmekten bahsediyor; ama ben Türküm! Yani olduğum şeyi inkâr mı etmem gerekiyor! Geçelim…
Vedat Yenerer tutuklandığında gıkı çıkmayan bu medyatik Atatürkçüler ve gazeteciler, Soner Yalçın tutuklandığında Atatürkçü oluverdiler bir anda, acaba neden! İşte o nedeni bulduğunda sen de pek çok şeyin farkına varacaksın sayın okuyucu! Olay; gazetecileri savunmak, onlara sahip çıkmaksa alın size bir örnek daha: TGC’ye (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti) “…niye Yenerer’e sahip çıkmıyorsunuz” dendiğinde, TGC’nin verdiği cevap akıllara zarardır: “Tutuklanmadan bir-iki gün önce televizyonda hükümete çok ağır sözler sarf etti.” Yani tutuklanmayı hak etti gibisinden!
Zahide Uçar Hanımefendi bu konularla ilgili bir yazısında aynen şöyle diyor: ‘’Sonra öğrendik ki; Konrad Adenauer vakfı, British Council gibi istihbari kuruluşlar TGC’ye yardım ediyormuş. Bu durumda tavırlarının nedeni de ortaya çıkmış oldu. Para alan emir de alır mantığı… Bu durumda; milli, hiçbir dış güçle bağı olmayan gazetecilerin ortada kalması yadırganacak bir durum değildir.’’
Yine aynı Hanımefendi: ‘’Değerli okur, her milliyim diyene de, ulusalcıyım diyene de sakın inanmayın. Milliyetçi-ulusalcı olmak aynı zamanda ilkeli ve ahlaklı olmak demektir. Kendi halkına “kıllı bacaklı’’diye küçültücü yazı yazan aydın olmaz. Olursa o halk onu dışlar, en doğru kelimeler bile artık o halk tarafından ciddiye alınmaz. Doğru sözler bu tür kalemler yüzünden itibarsızlaşır, inandırıcılığını yitirir…’’
Ve ekliyor sayın Zahide Uçar: ‘’ Ülkemizde muhalif birkaç basın organı kaldı. Yeniçağ gazetesi, Sözcü, Cumhuriyet gibi… Ümit Zileli, Bekir Coşkun ve Mine Kırıkkanat’a “köşem sizindir” diyor. Ben de soruyorum? Banu Avar daha birikimsiz, daha az milli bir gazeteci mi ki, hiç biriniz tarafından köşe verilmedi? Yoksa istenilenden daha milli, daha mı ilkeli(!)?
Bir de yandaş-yalakadaş-yalancı matbuata bakın, nasıl kenetleniyorlar birbirlerine. Oysa Banu Avar’lar kolay yetişmiyor bu ülkede… Banu Avar gibi bir gazeteciye Yeniçağ Gazetesinde niye yazdırılmaz? Veya Sözcü’de… Kaldı ki Yeniçağ Gazetesi Vamık Volkan gibi “açılımın mimarı” bir isimle kitap yazan Nuriye Atabey’e gazetesinde yazı yazdırıyor.’’
İşte bizi Atatürkçü olmamakla suçlayanların açmazı burada! Resmin önyüzüne bakıp kır manzarasına hayran olanların eksiği, arka yüzünde yazan ‘KODAK’ markasını dikkate almamalarıdır! Oysa resimde ne olduğu değil resmi kimin çektiği önemlidir ve daha da önemlisi makinenin kime ait olduğudur! İşte bu yüzden kişilerin ‘duyarlı’ ve de ‘hümanist’ söylemlerinden ziyade, kimlerden para aldığına ve kimlere hizmet ettiğine bakmanız daha önemlidir. Vedat Yenerer gibi tırnaklarıyla kazıyarak mesleğinde bir yerlere gelmiş insanlar alınırken çıtı çıkmayanların, Soner alınırken attıkları çığlıklara kanmayınız! Kanarsanız da vicdanları kanatmamak için susunuz! Okuyunuz ve bir şeyler öğreniniz! Öyle herkesi değil; bu dava uğruna hiçbir çıkar gözetmeden, milyon dolarlar almadan, bırakın almayı cebinden, kendi aile bütçesinden artırıp harcayanları okuyun! Milyon dolarlık Atatürkçülerden hayır gelmez; siz, sizlerin içinden çıkanları, medyada halası, dayısı olmayanları okuyun! Banu Avar ve Fatma Sibel Yüksek Hanımefendilerin başına gelenlere çıt çıkarmayanların dürüstlüğünden şüphe etmediğiniz sürece; bu düzen ve bu düzenin sahipleri ‘al takke, ver külah’ deyip aynen yola devam edecektirler! Okuduğunuz kitaplara ve kitapların yazarlarına dikkat ediniz. Kendi halkını aşağı görenlerin beyinleri hamdır; bu hamlığı iyi keşfeden emperyalist batı, tetikçileri sayesinde zehirli fikirlerini yaymak için uygun ortamı her zaman bulur!
‘Halk’ın üzerinde bu kadar sıklıkla durmamın temel nedeni; dünyanın her yerinde aynı saldırılara ve aynı aşağılamalara maruz kalan halkların, tek sığınacağı yerin ‘din’ olduğu fikridir! Bu sığınma; halkın içine kapanmasına ve seçkinlere hizmet eden düzenin, ilelebet devamına sağlamaktadır. ‘Tezgâh’ bu taktiği; taa Hz. İbrahim’den beri aynı sıklıkla ve aynı düzlem içersinde tekrarlar! Böylece halk, öteki dünya mitiyle oyalanırken, fakirliğinin, uğradığı haksızlıkların bir imtihan olduğunu ve ne kadar sabrederse karşılığının diğer tarafta ‘cennet’ fikriyle ödüllendirileceğini sanarak patika yollarda ilerlemeye mahkûm edilir!..
Atilla İlhan ve onun gibi gerçek aydınlar her defasında bu konuya parmak basmışlardır! Elit ile aydın arasındaki fark da buradan gelmektedir. Aydın; halkını eğitmekle ve onu aydınlatmakla sorumlu hissederken kendisini, elit; halkın açıklarını yakalayıp, onu beğenmeyip ve bu söylemlerini de halkı aşağılık bir yere koyarak yapar! Sen ey Kemalist, ya da her ne isen; aydın ile elit arasındaki bu farkı hala göremiyorsan, bizim bahardan, çiçekten söz etmemiz imkânsızdır! Yazacağız, yazacağız, yazacağız; taa ki sen aydınlanana kadar! Bu süre zarfında bana kızacaksın! ‘’Sen de kimsin!’’ diyeceksin. Olsun, senin canın sağolsun…
Bakın, dünyada her gün yüzlerce olay oluyor ve medya; bu olayları hep tek taraflı veriyor, hep tek yanlı yorumlarla çıkıyor karşınıza. Her gece onlarca açık oturum ve bu oturumlarda hep düzenin adamlarınca tek bir şey lanse ediliyor; ‘düzenin kurallarından dışarı çıkmamak lazımdır’ şeklinde. Ve halk bu beyin bombardımanına maruz kalırken, düne kadar ’hadi canım bu da olur mu’ dediği her şey, gün be gün oluyor ve yirmi dört saat beyin fırtınasına tâbi tutulan ve bundan dolayı takati kalmayan halk, ‘her halde bir şeyler biliyorlar da konuşuyorlar’ tümcesini sarf etmek zorunda bırakılıyor! Yani hazmettire hazmettire, ya da alıştırıla alıştırıla şekillendiriliyor ‘Yeni Dünya Düzeni’…
Her yerde ana unsurların milliyetçiliği tu kaka ilan edilirken, neredeyse beş-altı kişilik gurupların bile etnik milliyetçilikleri kutsanıyor ve aslında emperyalistlerin işine gelmeyen ulus devlet sistematiği göz göre göre yıkılmak isteniyor. Bugün Fransa’da da yapılmak istenen bu, Türkiye’de de! Bu yıkımın Fransa ayağı çok farklı uygulanırken, Türkiye farklı ve diğer Orta-doğu ülkeleri farklı biçimlerde değerlendiriliyor. Zira her birinin bu projedeki rolü farklı! ‘’Tezgâh’’ sınır veya milliyet gözetmeden ve gerektiğinde kendi köpeklerini de harcamaktan çekinmeden yoluna devam ediyor. ‘’Tezgah’’, tasmalarını elinde tuttuğu köpeklerini yeri geldiğinde itlaf etmekten çekinmez. (Bakınız; Mısır, Tunus ve diğerleri)Onlar için tek amaç vardır; tanrı ilan ettikleri karanlığı tüm dünyaya egemen kılmaktır! Ki bu karanlık, Kabala’nın Zahor’undan başka bir şey değildir! Bunu da demokrasi kisvesi adı altında pazarlarlar…
Emperyalizm ve onun itleri, bugün dünyanın her yerinde; gazeteci, çevreci, yazar, aktivist ve daha pek çok sıfatlarla belli yerlerde konumlanmış ve STK denen oluşumlar büyük para kaynakları ayrılarak ele geçirilmiştir! Bu oluşumların içersine halkın teveccüh gösterdiği; ama aslında sistemin beslediği, yani sistemin kendisinden nemalanmayı hak gören ve aynı zamanda da hem sistemi eleştiren, (o nasıl oluyorsa) hem de halkın değerlerini değil; emperyalist batının sonradan uydurulmuş ‘’medeni’ değerlerini enjekte görevi verilmiş kişiler adapte edilir. Bu kişiler halkın hassas olduğu tüm konularda tam tersini savunurken, yine ‘tezgâh’ın ortaya sürdüğü sözde muhalif; ama aslında yine ‘tezgah’a hizmet edecek olanlara prim sağlayarak iktidar değişimlerini yine aynı düzlemlere hizmet edecek şekilde belirginleştirirler! Mısır, yeni örnek olarak çok bariz bir biçimde ortadadır ve Mübarek yönetiminin altına imza attığı tüm anlaşmalara sadık kalacağız söylemi ilk icraatlarıdır! Ve bu oluşum ‘devrim’ olarak diğer halklara lanse edilmektedir ve ‘tezgâh’ yeni bir kan ve yeni bir anlayışla yoluna devam etmektedir…
Benim gençliğim rock müzik dinleyerek geçti! Hani ‘hard’ olanından, metal müzik dedikleri! Arkadaş çevrem ve ben genelde topluma göre aykırı sayılan tiplerdik, toplum bizi dışlardı ve biz onlara inat mahalle merdivenlerine oturur gitar çalardık, dayak yediğimiz de çok olurdu! İstiklal’in arka sokaklarını, Cihangir’de gecenin bir yarısı beliren tipleri çok iyi bilirim; çoğu, birilerince örnek insan sanılanların çarpık ilişkilerini nasıl gizlediklerini ve medya denen bu satılmışlar topluluğunun; Tarlabaşında yakaladıkları zavallıları nasıl afişe ederken, Cihangir gecelerinde düzüşen sefilleri nasıl görmezden geldiğini iyi bilirim! Hayallerin kahveleri farklıdır, en ergin saatlerin sabahla olan randevusunda buluşulan stüdyo dairelerin duvarları ‘sarı’dır!.. İşte öyle aykırı zamanların gençliğimde bıraktığı asıl iz, gözün gördüğü, için hissettiğiydi! Ben o zamanlarda bile kendi halkımı aşağılamadım, aşağılatmadım! Kavgacıydım, on kavgamın dokuzu hep başkaları için karıştığım kavgalardı, ufak tefeğim, çoğu seferinde dayak yiyip oturan ben olurdum; ama kavgasına omuz verdiğim çoğu savunmasız ‘iri yarı olsalar da savunmasız’ dostumu kurtarmışlığım da çoktur!
Bunları niye anlattım biliyor musunuz? Anlattım çünkü; benim bazı yazılarımdan dolayı ‘dini’ hassasiyeti olan biri olarak görenler var, meseleyi ‘laik’ten ibaret gören Atatürkçülerle uğraştığım için. Oysa çoğu yazımda da belirttiğim gibi; benim Orta-Doğu kökenli dinlerle her hangi bir bağım yok; olamazda, yani buradan hareketle beni alt edemezler! Ama halkımın dinine sövülmesine izin vermemek gibi bir misyonun da sahibiyim! Yani ‘laik’ Atatürkçülerin aslında ne mal olduğunu ortaya seriyor olmam, herhangi bir dinin mensubu olarak hassas davrandığımdan değil, ‘’Türkiye laiktir, laik kalacak’ tümcesini her daim haykıranların, sıra ‘Ekümenik’liğe geldiğinde ya da söz konusu ‘tam bağımsızlık’ olduğunda dut yemiş bülbüle dönmesindendir! Şimdi bu cümleden alınıp ve aslında sadece laikliğe biraz daha fazla önem atfeden ama diğer ilkeleri de en az onun kadar sahiplenenler sakın üzerine alınmasın! Biz onlardan değil, Atatürkçülüğü sadece ve sadece ‘laik’lik olarak algılayan ya da kullananlardan bahsediyoruz. Bizim ‘laik’liği dışlamamız söz konusu bile olamaz, çünkü sistemin çatısıdır ‘laik’lik! Ancak ‘laik’lik Atatürkçülüğün en çok sömürülen ve en çok kullanılan ilkesidir; biz de sırf bu yüzden halkımızı uyarmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Hepsi bu!.. Umarım birilerini ikna etmişizdir…
Yoksa inanın ben de; kırlardan, bahçelerden, kuşlardan bahseden bir şeyler yazmak ve insanların içlerine dokunmak istiyorum, ama ne mümkün. Geçenlerde bir belgeselde iki arka bacağı felçli bir aslan yavrusu gördüm, içim acıdı, veteriner bir arkadaşım var ona telefon ettim, evde bakabileceğim büyüklükte ama sorunlu bir kedi-köpek artık ne olursa haber vermesini istedim. Ne olursa derken, bukalemun ve semender bakmışlığım var! Bukalemunumu çok sağlıklı bakamadığım için, tabi bir de onların doğası gereği, Toros’ların bir yerinde bırakmak zorunda kaldım, iyi de yaptığıma inanıyorum… Çok duygusala bağlamak tarzım değil aslında ama bizim de bir doğa aşkımız, kuşlara olan hasretliğimiz var, bilinsin istedim! ‘Aşk olmadan, devrim olmaz’ demiştim bir yazımda, bu aşk sadece kadına olan, davaya olan değil aynı zaman da memlekete olan aşktı da!
Ben istiyorum ki; köylüm, ekinini eksin, alın terinin karşılığını alsın, tanımadığı bilmediği şehrin kalabalıklığında maskara olmasın.
Ben istiyorum ki; sırtladığı buzdolabını on ikinci kata çıkaran adam, indiğinde iyi bir lokantaya gidip karnını doyurabilsin!
Ben istiyorum ki; bütün çocuklarımız zengin-fakir ayrımı olmadan iyi birer eğitim alsınlar!
Ben istiyorum ki; parası olan da olamayan da aynı sağlık hizmetini alabilsin!
Ve ben istiyorum ki; memleketimizde olan tüm değerler benim halkıma ait olsun!
İşte biz devrimi bunlar için istiyoruz! Yani halkımız için! Halkı bu davadan soğutmadan, onu incitmeden ve onu aşağılamadan, onunla birlikte yol almak ve onunla yapmak devrimi! Bu devrim Türkiye’de kalmamalı, tüm dünyaya yayılmalıdır ve bu süreç içersinde devamlılıktır esas olan; yani bizlerin yerini çocuklarımız almalı dava sürekli mevzi kazanmalıdır. Ya ‘tezgah’ galip gelecek ya da insanlık! Bu yüzden Kemalist devrim sadece Türklerin ihtiyaç duyduğu bir devrim değil, tüm dünya insanlarının hedefi olmalıdır. Nereden bakarsanız bakın; ister Adem’den başlayın, ister tek hücreli canlıdan başlayın, tüm insanlar ve hatta tüm canlılar kardeştir ve dünya onlara aittir! Ve inanın bana ‘tezgah’ın sahipleri dünyalı değildir!..
Cem Yağcıoğlu
İLK KURŞUN ///FBKG
SON OLARAK YAZARIMIZIN YAZISINA KÜÇÜK BİR EKLEME YAPMAK İSTERİZ!
KEMALİZMİN LAİKLİKTEN İBARET GÖREN ANLAYIŞ GÜL VE HAÇ KARDEŞLİĞİNİN İSTANBUL UZANTISI ÇEVRE VE ONLARA MİSTİK OLARAK BAĞLI BURJUVAZİDİR!