Türkiye küçük Amerika mı ne?
Ana caddelerden birinde yürüyorum akşam iş çıkışı. Işıl ışıl her taraf, tabelâlar, dükkânlar ve mağaza vitrinleri. Olsun tabii, olmalı da. Ama kafamı bozan şey bunların çoğunun niye Türkçe değil de İngilizce yazıldığı. Ne oluyor İngilizce yazınca tabelâda ya da mağazanın kapısında, daha mı çok müşteri gelip daha mı çok satış yapılıyor ve daha fazla mı kazanılıyor? Sevmiyorum yabancı hayranlığını ve özentisini, hele de bu kadarını hiç sevmiyorum! Daha Türkçe’yi bile doğru dürüst konuşup yazamayan halkın kaçta kaçı biliyor bu yabancı sözcüklerin anlamını ya da dilimiz çok mu yetersiz de çoğumuz her cümlemizin içine bir yabancı sözcük eklemeden konuşamıyoruz? Niye ilk yapılacak şey ana dilimizi adam gibi kuralına göre öğrenmek ve öğretmek olmalıyken bu kendini bilmezlik, bilse de kabul etmezlik? Önce kendimizle övünmeyi, sahip olduklarımızla gurur duymayı ve onları koruyup kollayarak üzerine daha güzellerini inşa etmeyi öğrenmedikçe ve bunu yaşama geçirmedikçe unutmayalım ki başkaları da saygı duymaz bize ve kabullenmez. Önce biz, ille de biz!..
1923 yılında Türk Ulusu’nun dünyaya ilan ettiği başı dik, onurlu, antiemperyalist duruşu olan ve bu duruşundan ödün vermeyen bağımsızlık devriminden bu yana her konuda olduğu gibi dilimiz konusunda da ne çok yol kat etmişiz değil mi?
Ya artık ithalatçı bir ülke olmamıza ne demeli? Hemen hemen tüm sektörlerde nasıl da ithal yer, ithal giyer olduk, çayımızdan pirincimize, etimizden peynirimize, kumaşımızdan elbisemize… Ya “burger”ler, bizim sandviçimize, ekmek aramıza ne olmuştu da akın akın “burger” sevdalısı olduk? Amerikan ve Batı’nın ürettiği mallar çok mu kaliteli ve iyi de bizler onları kullanmakla övünüyor, ille de “marka” diye tutturuyoruz?
İster istemez yakın tarihimize kayıyor aklımın bir köşesi bir yandan bunları düşünürken ve bildiklerim sıralı cümleler halinde on parmak klavyede sıralanıyor tıpkı bilgisayar ekranına yazılır gibi.
Atatürk’ten sonraki devlet politikalarına baktığımızda 1947’den itibaren Truman doktrini, 1948’de ise Marshall yardımları ile tam bağımsızlık ilkemiz ve düsturumuz ilk yaralarını almaya başladı. Amerikan Başkanı Henry Truman’ın hazırlamış olduğu ve sonradan “Truman Doktrinleri” adıyla anılacak olan ve Yunanistan ile Türkiye’ye yapılması planlanan askeri yardımı ve yine ekonomik olarak Marshall adı verilen yardımları kabul eden Türkiye, bağımsızlığını da ipotek altına yavaş yavaş sokmaya başlamıştı. Zamanın idarecileri, Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapmak için gayretliydiler. 1950 yılının iktidarının Amerika yanlısı politikaları ve 1952 yılında NATO’ya girmemizdeki başarısı! ile işte bu ilk imzalardan biri atılmış oluyordu. 1980’lerin yönetimi ile de ABD’nin küreselleşme ve neoliberal politikaları içtenlikle desteklenip uygulamaya konuldu. Amerikan mandası gibi yönetilmeye başlanan ülkemiz 2002’den bu yana da aynı anlayışın gelişmiş versiyonuyla yönetilmeye devam ediliyor. 1940’lı yıllardan beri sözü edilen “Amerikan Rüyası” adım adım uygulandı her alanda. Cumhuriyet, laiklik, demokrasi, bağımsızlık, düşünce özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı ilkesi yok artık. Tamamen bizim olan, bize ait olan iş yok, iş yeri yok, banka, sanayi yok, iletişim ağı yok. Yok yok! Hepsi yabancı, hepsi yabancıların elinde. Desenize bana sen de ne konuşuyorsun, Türkçe mi kalır bunlar yokken diye?
Amerikan ve Batı’nın ürettiği mallar çok mu kaliteli ve iyi de bizler onları kullanmakla övünür olduk? Ağrıma gidiyor bu kadar bağımlılık. Ağrıma gidiyor bu güzelim topraklarda yarı işsiz, yarı üretimsiz, yarı dilsiz, yarı bağımlı, yani yarım olmak işte anlayın. Ağrıma gidiyor bugün ülkemde federasyonun konuşuluyor olması, etnik ayrılıkların gündeme oturması ve kültürel yozlaşma!.. Biz Kurtuluş Savaşı’nı üniter olmak için, birlik olmak için, hep birlikte, yani dünyanın tüm güzel çiçekleri birarada yetişsin diye yapmamış mıydık?
Ne yapmak lazım peki şu saatten sonra? Bizi yönetmeye aday olanlardan, “Ben bu işi yaparım.” diyerek talip olanlardan isteyeceğimiz şey önce “sine-i millet”e dönmelerini istemek olmalıdır! İçimizde yaşamayan, bizim yokluğumuzu, işsizliğimizi, evde ekmek bekleyenlerin yüzüne bakamamanın utancını, acımızı hissetmeyen hiç kimse bizi yönetemez. Gerçekten yurtsever olanlar yönetmeli yurtseverleri! Bireysel ve ulusal itibarımız için 1923 ruhuna bürünerek, her birimiz kuvayi milliye, yani ulusal güç neferi olalım. Ekonomik gücümüzü, tarım ve hayvancılığımızı, sanayi üretimimizi, deniz ürünlerimizi, yer altı kaynaklarımızı, her şeyimizi ama her şeyimizi en üst düzeyde üretimle arttırmak ve en önemlisi de o dost, aynı sofralarda yemek yediğimiz o teklifsiz, davetsiz komşularla yeniden ve yine el ele olmak için.
O halde yeniden on yılda on beş milyon genç mi yaratalım dediniz, o zaman devrim mi, Atatürk Devrimleri yine ve yeniden mi dediniz? Bence de!
Canan Arslan / FBKG