ABD’nin Büyük Sırrı
ABD’de biyobenzetim ve nanobiyoteknoloji konusunda büyük bir merkezi yöneten Prof. Dr. Mehmet Sarıkaya, üniversite sanayi işbirliği için ABD’nin kurduğu sisteme benzer bir sistemin Türkiye’de de kurulabileceğine inanıyor. Ona göre Türkiye’nin sorunu para değil, yatırım, istikrar, insan kaynağı ve kaynakların dengeli dağılımı.
Prof. Dr. Mehmet Sarıkaya nanoteknoloji ve biyobenzetim konusunda dünyanın önde gelen uzmanlarından biri. Öyle ki bu konularda bilime öncülük eden merkezlerden birini o yönetiyor. ODTÜ’den 1977 yılında mezun olup, ardından California Berkeley Üniversitesi’ne giden Sarıkaya’nın amacı doktora sonrası yurda geri dönmekti ama birbirini takip eden proje ve başarılardan dolayı Türkiye’ye dönemedi. Şu anda Washington Üniversitesi’nde, bilim dünyasına yön veren 25 bilimsel merkezden biri olan GEMSEC’i (Genetik Mühendisliği, Malzeme Bilimi ve Mühendisliği Merkezi) yönetiyor. Nanoteknoloji ve biyobenzetim (biomimetic) konularında dünyanın belki de en önemli uzmanlarından biri olan Sarıkaya, sanayi üniversite işbirliğine en az yaptığı bilimsel çalışmalar kadar önem veriyor.
Sarıkaya’nın pek çok bilim alanını ilgilendiren önemli çalışmalarının yanında hem ABD’de hem de Türkiye’de sanayi-üniversite işbirliğine katkı sağlayan iki firmaya ortaklığı da bulunuyor. Profr. Dr. Sarıkaya, ABD’de hem üniversitedeki bilimsel ortamı, hem kaynakların projeler arasında ne kadar verimli kullanıldığını, hem de ABD’de teknoloji transferi sisteminin nasıl işlediğini anlattı. Sarıkaya’ya göre ABD’de bilimsel çalışmalar konusunda hem çok özgür bir ortam hem de iyi işleyen bir denetim mekanizması var. Çalışmalarını ABD’de sürdüren ancak Türkiye’ye de her fırsatta destek olmaya çalışan Sarıkaya, Türkiye’den pek çok öğrenciye ABD’de doktora imkanı sağlıyor ve yetiştirdiği öğrencileri yeniden Türkiye’ye gönderiyor. Sarıkaya, Türk Amerikan Bilim İnsanları ve Akademisyenleri Derneği (TASSA) ve Ulusal İnovasyon Girişimi’nin (UİG) organize ettiği “Nanoteknolojide Ürüne Dönüştürülebilir Araştırma ve Ticaretleştirme Konferansı ve Proje Pazarı” için Türkiye’ye geldi. Sarıkaya’ya göre Türkiye’de zengin çok ama yatırımcılar, sonu kesin olmayan projelere yatırım yapmaktan çekiniyor. Türk üniversiteleri ise teknoloji transferini ve sanayi ile işbirliğini sağlayacak bir sistemden yoksun.
ABD’de GEMSEC’i yönetiyorsunuz, bu merkezden biraz bahseder misiniz?
ABD’de National Science Foundation (NSF) adında bilimsel çalışmalara öncülük eden ve onları destekleyen bir kurum var. NSF, bir süre önce Malzeme Araştırmaları, Bilim ve Mühendislik Merkezleri kurmaya karar verdi ve zaman içinde 25 tane merkez kuruldu. Bu merkezler en üst düzeyde bilime öncülük eden araştırmalar yapıyorlar ve en büyük üniversitelerin bünyesinde bulunuyorlar. Washington Üniversitesi’nde olan GEMSEC’i de 3 yıl önce ben kurdum. Bu merkezler çok prestijli merkezler zaten ben de kurabilmek için 8 sene uğraştım. Şu anda biz biyobenzetimde çok ilerideyiz ve araştırma merkezimizi iki katına çıkarma aşamasındayız.
Özellikle biyobenzetim konusunda çalışıyorsunuz, biyobenzetim nedir?
Biyobenzetim doğayı ve canlıları taklit ederek onlara benzer sistemler, yöntemler ve cihazlar üretmek demektir. Biz bu alanda özellikle inorganik malzemeleri daha iyi tanıyacak ve onları yapılandıracak moleküllerle uğraşıyoruz. Çünkü nano boyutlardaki yapıları gözümüzle göremeyiz, bu nedenle de onlardan malzeme üretmek için onların kendi kendilerine organize olmaları (self assembly) gerekir. Bu kendi kendine organize olma sürecinin kontrolünü sağlamak ise moleküllere düşer. Tabiat ana organizmaları oluştururken bu molekülerin oluşturduğu peptitleri kullanır. Bizim amacımızda proteinleri laboratuvarlarda dizayn etmek ve kontrollü bir şekilde istediğimiz malzemeyi kullanmak. Biyobenzetim oldukça yeni bir bilim dalı.
Parkinson ve Alzheimer’a çare
Şu ana kadar çalıştığınız projelerin içeriklerinden bahseder misiniz?
Nano boyutlardaki parçacıkları kendimiz bir araya getiremediğimiz için moleküler biyoloji ve biyobenzetim tekniklerini malzeme bilimlerine uygulayarak yeni peptitler dizayn ediyoruz. Örneğin yeni LED cihazlar yapıyoruz veya kanser hücrelerini bulabilmek için teşhis edici cihazlar üretmeye çalışıyoruz. Bunların yanında kemiklerin tedavisinde tamamlayacak ama vücudun da kabul edeceği tıbbi cihazlar üretiyoruz. Ayrıca diş dolgusu olarak kullanılan malzemeleri yerine organik olan, gerçek diş ile aynı malzemeye sahip diş dolguları yapıyoruz. Ayrıca dişleri saran ve zamanla yok olan sementum denilen çok ince bir madde vardır, bunun yerine yeni bir malzeme üretiyoruz. Bu malzeme dişi sardığı zaman bakteriler diş aralarına giremiyor. Böylece diş aralarından kana karışarak çeşitli hastalıklara neden olan bakterilerin önü kesiliyor. Mesela bu çalışmayı National Institute of Health (Ulusal Sağlık Enstitüsü -NIH) denilen kurumdan aldığımız 2 milyon dolar ile gerçekleştirdik. Bunların yanında Parkinson, Alzheimer, Hungtington gibi beyin hastalıklarına çare olmasını umduğumuz çeşitli ilaçlar üzerine de çalışıyoruz.
Çoğunlukla sağlık projeleri üzerine mi çalışıyorsunuz?
Nanoteknolojiden çıkan uygulama alanlarını tıbba uygulamak daha kolay ve hızlı oldu. O yüzden örnekler genellikle nano-biyoteknoloji alanından. Daha iyi ilaç, daha iyi tedavi yöntemleri bulunuyor nanoteknoloji sayesinde ama henüz daha iyi dijital kamera veya saat yapılmaya başlanmadı. Çünkü elektronik alanda henüz sorunlar var. Bu sorunların en büyüğü nano parçacıkların bir araya getirilememesi. Buradaki parçalar kendi kendilerine de organize olamadıkları için üretim yapılamıyor. Ancak karbon nanotüpler sayesinde bunlar mümkün olabilir fakat onunla ilgili çalışmalarda henüz devam ediyor.
Biyobenzetimle güneş enerjisi
Elektronik konusunda beklenen gelişmeler olsaydı batarya ve enerji konularında ne gibi gelişmeler olacaktı?
Batarya konusunda 50 yıldır çalışılıyor ama hala belli bir yere gelinemedi. Mesela ABD askerlerinin yüklerinin üçte birinin batarya oluşturuyor. Tabii ki güneş enerjisi gibi kaynaklar açısından da batarya çok önemli. Şu anda enerji üzerine çalışmıyorum ama enerjiyle ilgili benim kendi görüşlerim var ve ileride bu konuda çalışmak istiyorum. Şu anda rüzgardan elde edilen enerjiye güvenen çok insan var oysa çok basit bir hesapla rüzgarın enerji ihtiyacının çok azını karşılayacağı ortaya çıkıyor: Şu anda kullanılan enerjinin sadece yüzde 1’i yenilenebilir kaynaklardan. Rüzgar enerjisinin şu andaki kullanımını 100 kat artırsanız bile dünya enerji ihtiyacının sadece yüzde 10’nunu karşılayabilirsiniz. Üstelik çok da pahalı bir teknoloji. Oysa dünyayı besleyen enerjinin güneşten geldiğini ve kapalı havalarda bile doğanın bundan faydalandığını görürsünüz. Güneş hemen her gün tüm canlıların kullandığı sınırsız bir kaynak. Güneşten faydalanmamız için doğayı taklit etmemiz ve bitkiler nasıl faydalanıyorsa bizim de öyle faydalanmamız lazım. Dolayısıyla bizim burada da biyobenzetim yaparak klorofillerin yaptığı fotosentezi laboratuvarlarda yeni aletlerle kopyalamamız gerekir. Şu anda kullanılan yöntem elektronların enerjisi ile sınırlı bu yüzden verimsiz. Ben bu konulara biraz daha ileride girmek ve yeni bir teknoloji geliştirmek istiyorum. Böylece bitkileri taklit edip, ucuz, çevre ile dost, üstelik suyun içerisinde yapılan ve her tarafta uygulanabilecek bir yöntem geliştirebileceğimizi düşünüyorum.
Yatırım, istikrar ve insan gerekiyor
ABD’nin bu konulara ilgisi nasıl?
Bu konuda 3 önemli nokta var. Birincisi yatırımların seviyesi. Türkiye’de bütün araştırmalara 700 milyon YTL veriliyor. ABD ise 60 milyar dolar. Bir ülkenin gelirinin yüzde 2’sinin araştırmaya gitmesi lazım. Türkiye’nin gelirine göre 14 milyon dolar araştırma harcaması yapması gerek. Tabii bu oranı sadece ABD, İngiltere, Almanya ve Japonya tutturabiliyor. İkinci önemli nokta ise bu yatırımların istikrarlı olması. 4 sene yatırım yapılıp, sonra “olmadı” diye yatırım yapılmazsa tüm yatırımlar boşa gider. Çünkü bu uzun soluklu bir süreç. ABD bunu 50 yıldır sürekli yapıyor. Üçüncü önemli nokta ise insan. Yetişmiş insanların özgür bir ortam içinde çalışmaları gerekiyor.
ABD’de nasıl bir ortam var?
ABD’de bu konuda çok iyi, çünkü bilime ve fikre çok önem veriliyor. “Benim iyi bir fikrim var” derseniz hemen ilgileniliyor. Türkiye’de öyle değil. Japonya mesela bu kadar çalışmasına rağmen ABD’yi geçemiyor çünkü her şeyi var ama ABD’deki gibi özgür ve inovatif bir ortamı yok. Hala açık fikir rekabeti gelişmemiş. Oysa öğrencilerin sürekli geliştirmesinin teşvik edilmesi gerekiyor. ABD’de bu özgür ortama rağmen denetimde çok iyi. İyi bir projesi olan mutlaka fonunu alır devamında başarısız olursa bir daha alamaz. Ama bir kere başarılı olan da sonrakini daha rahat elde eder. Mesela benim projelerden aldığım 10 milyon dolarım var ama 2-3 ayda bir, tanımadığım insanlardan oluşan bir komite ziyaret ederek beni ve öğrencilerimi sınava tabi tutar. Durumuma göre fon veren kurumlara “fonu vermeye devam edin” veya “fonu artık vermeyin” der.
ABD’de sanayi ile üniversite işbirliği nasıl sağlanıyor?
ABD’de, üniversitede iyi bir buluş varsa özel sektör ile birlikte çalışılıyor. Bu bağlantıyı ise üniversiteler bünyesinde kurulan teknoloji transfer ofisleri sağlıyor. Önemli olan konular öne çıkarılıyor ve patentleri alınıyor. Üniversite patentin sahibi olurken bilim adamı da bir kısmına ortak oluyor. Özel şirket ise bu patentin lisansını satın alıyor ve karını üniversite ve bilim adamı ile paylaşıyor. Dolayısıyla üniversitenin bir geliri oluyor ve araştırmacılar da para kazanıyor. Üniversiteye giren bu parayla da daha iyi patent almak için yeni laboratuvarlar kuruluyor, araştırmacılara destek olunuyor. Türkiye’de ise teknoloji transfer ofisi yok. Bunun başlatılması lazım. Bu nedenle de araştırma sonuçları güzel olsa bile sanayiye aktarmak güçleşiyor. Biz de orada bir şirket açtık, bu şirket sayesinde hem özel sektör ile bağlantı kuruyor hem de üretim yapıyoruz. Türkiye’de ortak olduğum bir firma var özelikle teknoloji transferi konusunda danışmanlık veriyoruz.
Türkiye’de zengin de çok para da Türkiye’de sanayinin ilgisini yeterli mi sizce?
Türkiye’de insanlar paralarını riske atmak istemiyorlar. Bize önce şunu soruyorlar “peki bu işin garantisi var mı?” Bilimsel araştırma sonuçlarında böyle bir garanti yok. Türkiye’de mesela iş adamı araba bayiliği alıyor, tabi bu çok büyük karlar elde edeceği garantili bir iş. Bilimsel bir proje ise sonu belirsiz olduğu için yatırım yapmak istemiyor. Türkiye’de zengin de çok para da çok. Oysa bu işi yapacak ve yatırımdan çekinmeyecek insan gerekiyor. Ayrıca bilimsel araştırmacı sayısı da az. Oysa Türkiye’den bizim yanımıza gelen veya farklı laboratuvarlarda çalışan öğrenciler çok başarılı. Ama Türkiye’de toplum olarak biz kolay para kazanmaya çok hevesliyiz.
Türkiye’ye bu konuda önerileriniz var mı?
Temelde sistemin değişmesi lazım. Türkiye’de para var ama aynı zamanda strateji ve istikrar olması lazım. Kaynakların nasıl dağıtıldığına da dikkat etmek gerekiyor. Bilim insanları ile TÜBİTAK ve devletin fon sağlayan oluşumlarının iyi geçinmesi, birbirine güvenmesi şart. Doktora yapan öğrencilerin desteklenmesi lazım. Bu desteği TÜBİTAK yapıyor ama yine de çalışan insan az. Dışarı da neler oluyor, ABD’de, Avrupa’da, Uzak Doğu’da neler oluyor, bunlardan haberi olanların sayısının artması lazım. Mesela TÜBİTAK MAM’ın çok daha verimli çalışması gerektiği gibi ayrıca en az 10 tane başka araştırma merkezinin açılması ve hepsinin uzmanlık alanlarının olması gerekiyor. Bütün her şeyi MAM’ın halletmesi çok zor. Ayrıca bu araştırma merkezleri arasında insan kaynağı değişimi olmalı. Türkiye’de bazen bir kişiye büyük kaynaklar veriyorlar oysa fon verilen bu çalışmada bir kişinin yapacağından çok iş var, bu yüzden de ekip olarak çalışmaları gerekiyor. Yani koordinasyonsuzluk nedeniyle kaynaklar boşa gidiyor. Oysa ABD’de olduğu gibi komiteler oluşturulabilir mesela denetim için bizi ABD’den getirebilirler. Bunları yapmak çok karmaşık değil, şu anda özel üniversiteler buna benzer denetleme mekanizmaları kuruyorlar.
Nanoteknoloji küresel ısınmaya dur diyecek
– Güneş enerjisi daha verimli kullanılabilse arabaların motorları ortadan kalkacak. Ağırlıklar azalacak, yollar daha verimli kullanılacak.
– Çimento gibi kullanılabilecek hem çok daha sağlam hem de dayanıklı bir malzeme üretilebilecek. Bu sayede inşaat sektöründe ortaya çıkan zararlı atıklar ve harcanan enerji de azalmış olacak.
– Kirlenmeyen, antibakteriyel boyalar yapılabilecek.
– Sentetik olan pek çok ürün de hayatımızdan çıkacak ve yerlerini daha doğal ve sağlıklı ürünler alacak. Bu sayede kanser olayları da azalabilir.
– Zaten daha verimli malzemeler ile enerji ihtiyacı azalacağı için karbon emisyonu da doğal olarak azalacak. Yani bütün sanayi ve üretim yapısı değişecek.