Tezkereye Evet, Ya “Bebek Katili”nden Mandela Yaratmak (!)
12 Ekim 2010 günü geç saatlerde Meclis 260. gizli oturumunu yaptı. Burada “gizlilik” adı altında aslında basından öğrenilenlerden bile daha az bilgi verildiği ileri sürülüyor. Hatta muhalefetin bazı kanatlarına göre, oturumun gizliliği, bir bakıma muhalefet partilerinin “Terörle Mücadele”, ya da “Açılım” konusundaki eleştirilerini kamuoyundan saklama maksadını gütmekte imiş.
Maksat her ne olursa olsun, şurası bir gerçek ki, 31 Ekim 2010’a kadar terör örgütü PKK’nın “ateşkes” uygulama emri İmralı’dan verildi. İmralı, “İpler benim elimde!” demektedir. Yani elebaşılık cezaevinde bir başka boyutta devam etmektedir. Acaba sadece “elebaşılık” mı devam ediyor,yoksa elebaşılıktan akıl almaz bir şekilde “Demokrasi Havarisi” olmaya mı terfi ettiriliyor? Bu konu üzerinde durulmaya çalışıldı.
Öcalan’ın Suriye’den Gönderilişinden İmralı’ya Serüveni
Daha dün gibi PKK terör elebaşısının Suriye’den postalandığı. Eylül 1998 ayı içerisinde Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde konuşan dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, Suriye’ye karşı “Yeter artık!” demiş, hatta teröristbaşını ve teröristleri barındırıp desteklediği için tehdit etmişti.
Türkiye bununla da kalmamış, Suriye’ye karşı yapılacak bir askeri harekâtın ayrıntıları üzerinde yoğunlaşmıştı. Öyle ki, Gaziantep, Adana, Mersin gibi Suriye’ye karadan ve denizden yakın olan yerlerdeki askeri birlik komutanları bile bölgeye Ankara’dan intikal eden üst düzey subaylarla harekâtın ayrıntıları üzerinde konuşmuşlardı. Mısır’ın 30 yılı aşkındır cumhurbaşkanlığını yapan Hüsnü Mübarek, nabız yoklamak için Ankara’ya geldiğinde, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından “buz gibi” karşılandığı gibi, “arabuluculuk” şansının olmadığını ve Türkiye’nin Suriye’ye girmeye niyetli olduğunu anlamıştı. İşte bu idrak ile Şam’a uçan Mübarek, Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’a durumun “vahim” olduğunu, Türkiye’nin müdahale azim ve kararlılığı içerisinde olduğunu söylemiş, durumun gerçekten de “vahim” olduğunu anlayan Esad da, Öcalan’ı sepetlemişti.
1979’dan beri Suriye’de ve Suriye kuvvetlerinin kontrolü altındaki Lübnan’ın Beka vadisinde yuvalanan Öcalan da, 10 Ekim 1989’de Suriye’den atıldıktan sonra, yakalandığı Şubat 1999’a kadar Avrupa’da Yunanistan-Rusya-İtalya arasında adeta mekik dokumuş, sonunda Yunanistan’ın Kenya’daki büyükelçiliğinden ayrılırken bir CIA marifetiyle yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmişti.
Öcalan sorgulaması sırasında ne biliyorsa söyledi. Ona göre bile Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi, İtalya, Rusya ve hatta Almanya Türkiye aleyhine bir yığın dolaplar çevirmişlerdi. Suriye, Irak ve İran ile Ermenistan, Hollanda, Bulgaristan, Romanya, Belçika da pek masum değillerdi. Sorgulamanın ardından yargılaması başladı. Bu arada Öcalan, mahkûmiyeti sırasında bir de kitap yazdı. Nasıl olduysa bu kitabı Haziran 1999’da yayınlandı.
Öcalan idam cezasına çarptırıldı. Ancak, Avrupa Bildiği “havucu” ve onun “anlaşmalı” olarak ABD tarafından teslim edilişi sebebiyle bu idam cezası gerçekleşmedi. Hatta ondan önce 250 civarındaki idam cezası da Meclis Genel Kurulu’na onay için gönderilmeyip bekletilmişti. 2 Ağustos 2002 tarihinde birçok yasa ile birlikte Öcalan’ın idam cezası ile ilgili bir yasa teklifi Meclis’te görüşüldü. O gün MHP dışında TBMM’de grubu bulunan tam siyasi partiler (CHP’nin grubu yoktu), Öcalan’ı kurtaran oyu verdiler. Merhum Mehmet Gül (MHP İstanbul Milletvekili) “Yapmayın, etmeyin sayın milletvekilleri! Bu adamı asmazsak, yarın gelecek sizlerle bu yüce Meclis’te aynı sıraları paylaşacak. Bundan önce AB uğruna idam cezasını kaldırdık. Ama yanlış yaptık. Gelin bu yanlıştan dönelim!” demiş, ama sadece “muhalif” ve aykırı bir ses olarak algılanmıştı. Böyleci Öcalan “ipten” döndü…
Terör Elebaşısı İken Yıldızı “Liderlik” Yolunda Parlatılan Öcalan
Öcalan için sadece ipten döndü diyebilmek yetersizdir. Zira artık iyiden iyiye “İpleri ele almış!” gibi görünmektedir. Bu gelişme daha da sıkıntı vericidir. AKP hükümetinin 2009 Yaz aylarında ortaya attığı “Açılım”, bugün artık “Demokratik Özerklik” şekline, “Muhatap İmralı, Genel Af” söylemine dönüştü. Artık İmralı’ya gidip görüşü alınmasını bekler hale gelenler oldu. Öcalan’a ve teröristlerin kol gezdiği yurtiçi ve Irak kuzeyindeki dağlarda anlı şanlı gazetecilerimiz teröristlerin “komutanları” ile görüşüp, sanki bunlar “demokrasi havarisi” imişler gibi yazılar yazmaya başladılar. Ama ille de önüne gelen “peynir ekmek ister gibi” demokratik özerklik, genel af ve anadilde eğitimi istemeye başladı…
Üstelik bunu isteyenler sadece BDP yöneticileri, BDP’li belediye başkanları, kapatılan DTP’nin eski yöneticileri (Demokratik Toplum Kongresi vb.) değil,. Hatta bunları destekleyen ve gittikçe sayıları artan gazeteciler de değil. Artan sayıda akademisyenler de var. Açıkça ^Kan durdurulacaksa gidin İmralı ile de konuşun!” deniliyor. Ve konuşuluyor da!
Bundan sonra ne olacak? Bunun cevabını vermeye elim varmıyor. Ama mevcut yönetim zihniyeti ile yarın yeni bir Anayasa ve yeni bir genel af ile İmralı’dan teröristbaşı “azat” edilirse, bu bir sürpriz olamayacak kadar açıktır. Hatta cezaevinden sonra, bir zamanların bu “bebek katili”ne “demokrasiye hizmetleri” sebebiyle “Nobel Barış Ödülü” verilirse de şaşırmalı. Nereden nereye gelindiği gün gibi açıktır. Merhum Mehmet Gül’ün daha 8 yıl önce ilan ettiği kehaneti gerçekleşme yolunda. Çünkü Öcalan, PKK’nın ateşkesi için “Düğümü çözme işi geldi gene bana dayandı!”diyebiliyor ve bunu yaptığını da herkese, özellikle de hükümete ve dış dünyaya ispatlıyor. Yarın PKK’ya genel af ilan edilirse, hem Meclis’e geleceği, hem de dış dünyada büyük itibar göreceği bugünden belli gibi. Sanki Kenya’dan Türkiye’ye paket gibi servis edilirken, aslında onu yeni bir “Nelson Mandela!” yapmak istemişler gibi. Üstelik benzer tek yanları hapis yatmış olmaları. Biri bebek katili iken, diğerinin katliamla ilgisi bile yok. Ama her ikisi “demokrasi terazisinin” aynı kefesine konulmak isteniyor. Biz bu aymazlıkta devam edersek, bölgenin “Mandela”sı geliyor gibi…
Sonuç
Terörle mücadele ile “Kürt Sorunu” hala birbirlerinden ayrılabilecek durumdadır. Çünkü iktidar partisi içerisindeki pek çok bölge milletvekili bile PKK yandaşlarına “Sizler kim oluyor da, Kürtleri sadece kendinizin temsil ettiğini söyleyebiliyorsunuz?” diyebilmektedirler. Bu ifadeler ve bu düşünceler dikkate alınmalı, ikisini birbirinden ayırmalıdır. Kan dökülmesinin önlenmesi mutlaka en önemli hedeftir. Ama bunu yaparken, masum insanların kanlarını döken katilleri de ödüllendirmemek koşuluyla. Aksi halde canilere ve saldırganlara karşı insanlarımızı, ülkemizi, itibarımızı ve benliğimizi koruyabilecek, gerektiğinde hayatını verebilecek inanç ve erdemlikle bezenmiş direniş noktalarını yok ederiz.
CELALETTİN YAVUZ